ZİYARET /SERDAR ÇEKİNMEZ

30 Temmuz 2021 Cuma

| | | 0 yorum




       Bu bir BAYILDIMMMMM paylaşımıdır  arkadaşlar. 
Hakikaten uzun zamandır bu kadar eğlenerek okuduğum bir kitap olmadı. Serdar Çekinmez’in kalemine, kurgusuna, mizahi zekasına hayran oldum. Asıl yorumum yazının devamında  ama ben nasıl şahane bir kitap okuduğumu size anlatmak için arka kapak yazısını okumanızı istiyorum önce. Sadece arka kapak yazısını bile okumak yetti bu kitapla farklı bir yolculuğa çıkacağımı anlamam için. 

Buyurun bakalım arka kapak neler demiş.     


Adana, 1980’ler…

Sinanpaşa’da, Ziyaret denilen derme çatma yerde kanlı gelinin hayaleti görünmeye başlar.

 Onunla karşılaşanlar kayboldukça tüm Adana’yı korku sarar...

Hayır hayır, pek öyle bir roman değil…

Sinanpaşa’ya taşınan, alevlerin ve sayıların efendisi Zarpan, mahalleliyi büyülerken

kapanmayan bir hesabın da peşindedir. 

Hayır hayır, tam olarak öyle bir roman da değil…

Genç ve güzel gazeteci Füsun, hayaletle sarsılan mahalleliyi yerinden yurdundan etmek isteyen mafyaya karşı amansız bir mücadeleye girişir…

Hayır, bu romanı anlatmaya yeterli değil…

Mekin, herkesi şoke eden gelişmeleri mükemmel biçimde açıklama koyulur. Ne büyüyle ne hayaletle… Schrödinger’in Kedisi’yle, Young Deneyi’yle, Dolanıklılık İlkesi’yle… Bugün milyonlarca insanın ilgisini çeken, dünyanın sayılı üniversitelerinde uluslararası konferanslara konu olan, her şeyi yeniden ve farklı düşünmemizi sağlayan ilkelerle: Kuantum fiziğiyle…  Mekin her şeyi anlama kavuştururken bir yandan kuantumun bile açıklayamadığı bir mucizenin,  aşkın içine düşmektedir.

Hiçbir şeyi ayrıntılarıyla izah etmeyen bir eserdir Ziyaret, okurun zekâsına çok güvenir. İzahla değil mizahla yol alır… 

Evet ama bu da tam olarak…

Ziyaret , tadına doyulmaz…

İşte orası kesin bir Serdar Çekinmez romanı…

Bu eserin benzeri olmadığı için roman olduğu da kesin değil! 

Artık Tek Gerçeklik Şüpheliyse… 

Tek Şüpheli Gerçekliktir!



  Şimdi gelelim benim kitapla ilgili yorumuma. 

   Yıllar önce bir dizide Heredot Cevdet vardı. Yaşı yetenler hatırlar. Hatırlamayanlar da  tıklayın bir bakın  lütfen bu şahane zatî muhtereme. Bu kitabı okurken kahvede oturup Heredot Cevdet’i dinler gibi hissettim kendimi. Onun, o insanı kendine esir eden ballandıra ballandıra anlatmaları vardı ya hani tam da öyle bir kitap işte. 

    Adana’da, bir gariban mahallede  uzun yıllardır bir arada yaşayan, artık bir aile gibi olmuş mahalle ahalisi. Gül gibi geçinip gidiyorlar aslında ama bu mahallede bir gariplik var. Önceleri sadece ayakkabı boyacısı İsmail Emmi’ye görünen bir gelin kız geziyor gece sokaklarda. Sonra, gözleri olmayan havada uçan  bu gelin kız mahallenin gençlerine de musallat olmaya başlıyor. Bu belanın başlarına nereden sarıldığını düşünen mahalle eşrafı bir ay önce mahalleye taşınan Zarpan bey ve oğlu Yalım’ın gelişiyle ilişkilendiriyorlar önce bu durumu sonraysa dertlerinin dermanını arıyorlar Zarpan denen bu enteresan adamda. Zarpan  denen mübarek zat hem sayılarla hem ruhani tarafla arası çok iyi olunca birden gözbebeği oluyor mahallenin. Mahalleli demişken, lakaplarıyla tanınan bu insanların hepsi öyle tatlı ki bir anda oralı oluyorsunuz, onlardan biri olup adeta onların şivesi ile konuşup onlar gibi düşünüyorsunuz. Hepsi birbirinden alem hepsi birbirinden saf ama arada kendini kurnaz zanneden çakallar da yok değil tabi. 

    Gelin kızın göründüğü mahalleli sayısı artınca Füsun giriyor devreye. Füsun Viyana‘da eğitim görmüş gazeteci  kızımız. Başlıyor bu işin aslını astarını araştırmaya. Arayan bulur derler ya, Mekin  bey çıkıyor karşısına Füsun’un. Mekin bey fizik öğretmeni, beyin yakan fikirleri ile olan bitenleri kuantum mekaniği ve fizikle açıklamaya  çalışıyor. 

   Siz olan biteni gerek batılla gerek bilimle anlamaya çalışırken aksakallı bir dede çıkıyor ortaya. Bir de o arada gazeteci kızımız Füsuna bir avukatlık bürosundan mektuplar gelmesin mi? Ne anlatıyor dersiniz bu mektuplar? Tabi ki söylemem ...

   Sanki her şey çok yolundaymış gibi birileri de düğün dernek derdinde☺️Bir de bunca enteresanlığın içinde Tanrıların Arabaları kitabının  yazarı Eric Van  Daniken   ne dese beğenirsiniz? “Ziyaretçilerin ziyareti!”

     Hayda bu kitapta neler oluyor arkadaşlar... Şimdi bana kalsa böyle tatlı tatlı anlatmaya devam ederim ama o zaman sizin okumanızın bir esprisi kalmayacak.

    İyisi mi ben diline bayıldığım , sesli sesli güldüğüm, kurgusuna hayran kaldığım, oh be iyi ki böyle farklı bakıp farklı yazan yazarlar var dediğim bu kitapta  daha neler olduğunu öğrenme keyfini size bırakayım. Son sözüm mutlaka okuyun sağlıkla ve kitapla kalın 💕


    Yazarımızla Ziyaret kitabı ile ilgili yapılan eğlenceli söyleşiyi izlemek için mutlaka ama mutlaka tıklayın ...




      Yazarımız hakkında daha fazla bilgi almak için lütfen tıklayın ...



      


       Veeeee son olarak biliyorum siz de okumak istiyorsunuz artık bu kitabı.İşte size  Ziyaret kitabını satın alabileceğiniz bir kaç link ...

 

  D&R satış linki 





Kitap Yurdu satış linki 







Karantinada Yazıya Rota Çizmek

13 Ağustos 2020 Perşembe

| | | 0 yorum

     2020 hepimiz için unutulmaz bir yıl oluyor öyle değil mi?Tüm dünyayı etkisi altına alan Covid-19 ülkemizde de görülmeye başladıktan sonra, hayat herkes için tepetaklak oldu. Kim ne yaşadı  bilemem, elbette başkaları adına konuşamam. Ben biraz kendi karantina günlerimden bahsetmek istiyorum size.     

    Okullar salgın nedeniyle  kapanacak denildiğinde durumun ciddiyetini henüz kavrayamadığımız için pek çoğumuz bir iki haftalık,hadi bilemedin en fazla bir aylık bir aradan sonra geri döneriz okullarımıza dedik. Hadi itiraf edelim bu beklenmedik mola iyi bile geldi ilk baştan. Sonra yavaş yavaş süreç uzadı.Okulların  açılma tarihi her yeni açıklamada  biraz daha ileri atıldı.Anladık ki evde geçirmemiz gereken uzun bir zaman dilimi var. 

    İlk zamanlarda herkes çok sıkıldı.Gün  bitmek bilmedi. Evde olsam şunu yapardım diye hep ağzımızda olan şeyler, yapılamadı bir türlü. İzlenilen filmler keyif vermedi, el oyalansın diye bulunan faaliyetler sarmadı, okunan kitaplara konsantre olunamadı. Herkesin dilinde zaman geçmek bilmiyor çok sıkıldım lafı gezer oldu. 

   Bu arada biz öğretmenler yaşadığımız şaşkınlıktan kurtulup silkindik ve attık üstümüzdeki ataleti. Baktık gördük ki öğrenciler mutsuz, veliler çaresiz. Hayatımıza  bir anda  giren uzaktan eğitim kavramına hemen  adapte olup başladık derslerimize. 

     İyi ki de başladık. Çünkü bu sayede hem bizim, hem öğrencilerimizin, hem velilerimizin hayatlarında yeni bir rutin oluştu. Hepimiz bu rutine sıkı sıkı sarıldık. Sınıf gruplarımızda günlük çalışmalar, spor egzersizleri, el işi faaliyetleri, ders anlatım videoları daha pek çok şey  paylaştık. Bir taraftan sürekli evde kalın çağrıları yapılırken, evlerinden çıkmak zorunda olan insanlar için endişelenerek bizler,  evlerimizden devam ettik işimize.        

   Ben kendi adıma çok keyif aldım uzaktan eğitim sürecinden. Öğrencilerimle ve velilerimle aram hep iyiydi ama bu süreçte çok daha özel çok daha güzel bir bağ kurduk. Birbirimizin evlerine konuk olduk her gün, canlı derslerimiz sayesinde. Birbirimizi hiç görmediğimiz en doğal hallerimizle gördük.

      Sadece eğitim mi uzaktan oldu? Elbette hayır. Karantina süreci uzadıkça pek çok ortam uzaktan erişime açıldı. Müzeler, tiyatrolar, konserler, sergiler, atölye çalışmaları vs. Pek çok kişi gibi ben de bu uzaktan yapılan etkinliklere katılarak canlı tutmaya çalıştım psikolojimi. İşte tam da bu noktada Instagram‘da Vagon People’ın bir duyurusu ilişti gözüme.





     Yazının Rotası isimli bir atölye çalışması olacakmış. Yazar Erinç  Büyükaşık ile öyküler üzerinden yazının rotası çizilecekmiş. Uzun zamandır aradığım fırsat ayağıma kadar gelmişti. Pandeminin dezavantajlarını avantaja çevirmek de şart olmuştu zaten. Hemen form doldurup  kayıt yaptırdım. Öyle kibar, öyle naif geri döndüler ki bana, daha atölye başlamadan önce kendimi çok şanslı hissetmeye başladım. 


   Şimdi sizi öncelikle Vagon People ile tanıştırmak istiyorum. 

 

 

       “Hayat bir yolculuk ve üzerinde yaşadığımız gezegen ise bir konak. Biz de bu konakta aynı özgür sanat anlayışına sahip tüm dostları, aynı vagonda seyahat eden yolculara benzetiyoruz.” felsefesiyle yola çıkmış iki güzel insan.  Ufuk Erdal ve Yaprak Köksal. 

  

     İşte bu iki güzel insan 27 Ekim 2018 tarihinde İzmir’de  kuruyorlar Vagon People Sanat ve Tasarım Grubu’nu ve sanatın farklı kollarını bir araya getirerek hem estetik arayışlarla hikayeler üretmek, hem de eleştirel bir bakış açısıyla toplumun sanatla iyileştirilmesine katkıda bulunmak için sıvıyorlar kolları. 

   

      Ben de bir bakmak isterim, merak ettim diyenler için internet sitesini şuraya koyuyorum. 


                           http://www.vagonpeople.com/


    Ufuk Bey ve Yaprak Hanımla da tanışmalısınız mutlaka. Hemen tanıştırayım. 


YAPRAK KÖKSAL




          “İlk fotoğraf eğitimlerime Ege Üniversitesi Tekstil Mühendisliği Bölümü’nde okuduğum yıllarda öğrenci kredisi ile aldığım Zenit marka analog fotoğraf makinesi ile EFOT'ta başladım. Gezgin bir ruha sahip olduğuma inanıyorum. Bu sayede Ege’nin hiç tanınmayan köylerinde analog çekimler yapma şansım oldu.

1991-1994 yılları arasında İzmir Sun Tekstil firmasında Ürün Geliştirme Yöneticisi olarak çalıştım. 1994-1995 arasında Lasalle Collage İstanbul'da Moda Tasarımı eğitimi aldım. 1995-2002 yılları arasında İstanbul’da  OXXO markası’nın Tasarım, Üretim, Satın Alma ekip kuruluşları ve yöneticiliğini yaptım.

2002 ve 2004 yılları arasında Rotterdam ve Antwerp'te yaşadığım dönemde çeşitli dünya markalarına tasarımlar yaptım. 2005 yılında ülkeme döndükten sonra OXXO markasına BaşTasarımcı olarak geri döndüm ve 2018 yılında emekli olarak İzmir'e yerleştim.

İstanbul'da bulunduğum dönemde ‘Sınır Tanımayan Fotoğrafçılar’da temel fotoğraf eğitimi, fotoğraf sanatçısı Gül Yıldız'dan ileri düzey fotoğraf eğitimleri ve İstanbul Moda Akademisi (IMA)’nde moda fotoğrafçılığı eğitimleri aldım.

Artlens İzmir’de Didem Aktürk’ten Deneysel Fotoğraf ve Aliye Erkutrulgu’dan Fotoğraf Felsefesi ve Üretim Biçimleri eğitimleri aldım.

27 Ekim 2018 tarihinde Ufuk Erdal ile Vagon People Sanat Grubu’nu kurduk.” diye anlatmış kendini Yaprak Hanım. 


Takip etmek isterseniz 

⬇️⬇️⬇️⬇️⬇️⬇️⬇️⬇️


@ y.a.p.r.a.k.k.o.k.s.a.l 




UFUK ERDAL 





       “Kocaeli Üniversitesi, Deniz ve Liman İşletme Bölümü’nden 1998 yılında mezun oldum. 2003 yılında Deniz Eğitim ve Öğretim Komutanlığı bünyesindeki Foto Film Merkezi’nde, Fotoğraf ve Video Çekim Tekniği eğitimleri aldım. Meslekî fotoğraf çekimlerinin yanısıra, bir süreliğine seyahat blogları için fotoğraflar çektim.

2014 yılında yolum işgereğiİstanbul’la kesiştiğinde hikayem de şekillenmeye başladı. 2015 yılında bir meslektaşımın tavsiyesi ile aynasız fotoğraf makinalarına yöneldim. Bu küçük makinalar sokaklarda görünmez olmak için idealdi ve üretim sürecime büyük katkısı oldu.

Eğitimlerimi tazelemem gerektiğini düşünerek, Türkiye’de minimalizmin temsilcilerinden biri olan Gül Yıldız’dan 2016-2018 yılları arasında Temel ve İleri Düzey Fotoğrafçılık eğitimleri aldım ve düzenli olarak onun eğitim gezilerine katıldım. Bu dönem, kadraj belirleme ve gözün eğitimi konusunda yolumun da şekillendiği dönemdir.

Aynı dönemde minyatür sanatçısı Seval Minaz’dan resim; Tuncer Özkan ve Vahdettin Toker’den de grafik tasarım eğitimlerine devam ettim.

Artlens İzmir’de Didem Aktürk’ten Deneysel Fotoğraf ve Aliye Erkutrulgu’dan Fotoğraf Felsefesi ve Üretim Biçimleri eğitimleri aldım.” Ufuk Bey de böyle tanıtmış kendini sitelerinde. 


Takip etmek isterseniz

⬇️⬇️⬇️⬇️⬇️⬇️⬇️⬇️⬇️


@ufkerdl


        Ben kendi adıma her ikisini de tanıdığım için çok mutluyum. Umarım ucundan köşesinden de olsa oluşturdukları bu güzel platforma benim de minik bir katkım olmaya devam eder ilerleyen zamanlarda. 


       Ufuk Bey ve Yaprak Hanıma binlerce teşekkürümü bir kez de buradan ileterek atölyemizin sevgili hocası, çok değerli  meslektaşım Erinç Büyükaşık  ile tanıştırmak istiyorum şimdi de sizleri.



    ERİNÇ BÜYÜKAŞIK





        Aralık 1976, İstanbul’da doğdu. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeki  eğitiminin ardından İstanbul’da edebiyat öğretmenliğine devam eden Erinç Büyükaşık, yazma sürecine üniversite yıllarında bir grup arkadaşıyla çıkardığı “Düş ve Düşünce” adlı dergiyle başladı.

      Bugüne dek Varlık,Son Gemi, Ekin Sanat, Galapera Öykü Fanzin, Temrin, Acemi, Eski, Edebiyalist, Kahverenkli, Yalnızlar Mektebi gibi dergilerde öykü ve incelemeleriyle yer aldı. 

Yayınlanmış yazılarının  ve öykülerinin yanında Suya Gazel,Hep Uzak ve Söz Dağının Ardındakiler isimli kitaplarıyla da okurlarıyla buluşuyor.


Takip etmek isterseniz

⬇️⬇️⬇️⬇️⬇️⬇️⬇️


@ erinc.b 


  Erinç Büyükaşık’ın yazdığı kitaplara da bir göz atalım

 






      
           İncelemek  ve satın almak isterseniz tıklayın



      İşte bu güzel insanlar yazının rotasıyla hayatıma girdikten sonra, benim için çok keyifli çok heyecanlı ve çok verimli dört haftalık bir serüven başladı. Evet dört haftalık bir atölye çalışmasıydı katıldığım. Her hafta perşembe günleri 19:00’da başladık ve zaman doldu hadi kapatıyoruz kaygısını hiç hissetmediğim şahane dört atölye çalışması gerçekleştirdik birlikte. Erinç hocamın bana kattıklarını bu kısacık yazıda size anlatmam imkansız ancak özetle şunu söyleyebilirim. “Evet Özlem yazabilirsin  ve yazmalısın. “dedirtti bana. Size de binlerce teşekkür Erinç Hocam. Eğer bir gün benim de bir kitabım olursa teşekkür yazımda adı geçecek  ilk isimlerden  biri siz olacaksınız..

     Peki  beni bu kadar çok heyecanlandırmasının sebebi neydi bu atölye çalışmalarının? Erinç hocam bize her atölye sonrasında ödevler verdi. İlk ödevimiz verilen bir cümlenin üzerine öyküyü inşaa etme  ödeviydi.  Atölye çalışması biter bitmez ödevini yapmadan uyuyamayan öğrenci misali  yazmaya başladım öykümü. Sonraki atölyede tüm öyküler okundu ve üzerinde konuşuldu. Öyküm için çok güzel şeyler söyleyince Erinç hocam siz varın benim mutluluğumu düşünün. O öykümü sizlerde okuyun istedim. Benim için çok özel umarım siz de keyif alırsınız. 


    VAR MIYIM YOK MUYUM 

 

 

 “Yabancı, çevresine  ürkerek baktı.“

     Hayır hayır. Bu sefer değil. Artık bunları yazmak istemiyorum. Çok sıkıldım artık kendi bunalımlarını,korkularını, kaybolmuşluklarını sümük gibi üstüme başıma yapıştıran karakterler yazmaktan.

 

   Neymiş efendim, son zamanlarda böyle dibe vurmuşluk hikayeleri çok iyi okuyucu çekiyormuş. Bana ne be, bana ne !

 

      Ama bana dediler. Uyardılar beni, hiç bulaşma bu adama, yaz kafana göre, takıl dediler. Kimler mi? Sanırım laflarını kulak arkası ettiğim herkes. Ben ne yaptım? Eşek kafalı ben. Dinlemedim elbette.

Adam büyük yayıncı, tutar elimden alır götürür beni,yürürüm ben buradan dedim. Al işte yürüdüm. Ama nereye? Kaç kitap yazdım, kaç imza günü, kaç gazete ropörtajı, kaç canlı yayın… Adım yürüdü. Peki ben? Bir adım bile atamadığımı  hissediyorum. Çakıldım kaldım. Japon yapıştırıcısı ile yapıştım  bu pis, kokuşmuş, balçıklı ruh haline. 

 

        Oysa ben, her sabah saçlarındaki bigudileri açıp rujunu sürmeden, balkona bile çıkmayan Semahat ablayı özledim. Ne güzel de cilveleşirdi balkonundan, gelen geçen satıcılarla, iki gözümün çiçeği. Memelerim mi daha güzel, popom  mu diye ayna karşısından ayrılmayan Eda’yı, on simit satsa bile, evine giden yokuşu,  ıslık  çalarak yüzünde bir tebessümle  tırmanan, Rıdvan  amcayı özledim ben. 

 

     Nasıl da kimsesiz  kaldılar bir köşede, ben etrafına ürkek bakan yabancıları, yürüdüğü yol boyunca aklı geri giden, evdeki doyumsuz karısını terk etmeyi bile beceremeyen, pısırık adamları yazmaya başladığımdan, aslında  baya baya buna mecbur bırakıldığımdan beri.

 

       Yok abi, bu sefer kesin kararlıyım. Çekiyorum resti, diyorum ki; bir dur hop. Benden  bu kadar. Şan, şöhret, karizma, tarz senin olsun. Bana keyfi yerinde, renkli karakterlerimi geri ver. Çek gri ellerini üzerimden. Bırak çiçek koksun yine satırlarım.

 

         Yapamaz mıyım? Elbette yaparım. Yaparım tabii. Şu kağıdı delercesine karaladığım şekiller  korkaklığımdan  mı diyorsun? Sana öyle geliyor oğlum. Verdiğim kararın imzası bunlar.

 

     Sen şimdi, yürü be koçum, kim tutar seni diyeceksin bana değil mi? Dalga geçeceksin, kendimin  bile inanmadığı  bu kafa tutan hallerimle. Tamam ama ben bu sefer… Yani  şey,  belki bu sefer değil ama göreceksin, bir daha bana “Nefessiz kalıncaya kadar  gülmek istedi kadın, ama  istese de gülemiyordu artık. “ diye başlayacaksın yazmaya , derse  o adam. O zaman kesin ben yokum, diyeceğim.  Peki yok olursam sonra. Ya yok olursam. Var mıyım ki  sahi ben?            

     

 

     Annem duysa ne biçim kızardı bana. “ Ay oğlum deme öyle kendine.Allah esirgesin. Ne  demek ben var mıyım? O ne biçim söz. Dalyan gibi delikanlısın maşallah. “ diye dizindire dizindire söylenirdi karşımda. 

 

   Kirpi bile yavrusunu pamuğum diye sever be anacığım.Yazdığım  her öyküyü, biter bitmez ilk  sana okuduğumda “ Çok güzel olmuş yavrum.”derdin. Bazen Semahat abla gibilerin yaptıklarına “Tövbe tövbe der, bazen kahkahalarla  gülerdin Eda gibilere “seni zilli” diyerek. 

      Sonra o adamla birlikte, dertleri derya olmuş karakterler  girdi hayatımıza, Üzüldün , sen de sevemedin onları ama, ses etmedin hiç. Sadece “Yazık be oğlum.”dedin. 

 

        “Yabancı , çevresine ürkerek baktı.” desem sana şimdi”. Ay ürkmesin çocuğum. Ne varmış yabancılık  çekecek. Gelsin ,ben ona bi lokma döker bi de çay demlerim. Yabancılık falan kalmaz.” der bir de kahkaha atardın göbeğini hoplata hoplata. 

 

            Anam benim  Senin sayende, sevgiyle dolu, şerbet tadında bir evde büyüdüm ben . Senin, başımıza gelen her beladan bir hayır çıkaran güzel aklınla yoğruldu benim karakterim. Elime kalem aldığım günden beri de kalemimin ucuyla can verdim o şen şakrak insanlara. Ta ki o adam hayatımıza girene kadar.

 

      Babam arkasına bile bakmadan  bırakıp gitti bizi.  Sen hiç sarsılmadın. Kol kanat gerdin bize. İyi kötü okudum , bir meslek edindim. Açta açıkta bırakmadım seni de ablamı da. Ama  ne yapayım, bütün gün hesap kitap işleri ile uğraşmak bana göre değildi. Çocukluğumdan beri yazardım da bilmezmişim içimdeki yazma aşkını. Bir iki öyküm düşünce bizim acar oğlanların eline kendimi yazım dünyasında buluverdim. “Bu öyküler olmuş  oğlum, hele bi de Semih Beyle tanıştıralım seni, bak gör kimseler duramaz önünde. “dediler. 

     

         Böylece Semih Bey girdi hayatımıza ve ben yazdıklarımdan para kazanılacağını öğrendim. O istedi, ben yazdım. Yazdıkça coştum, coştukça yazdım. Paraysa, hayatımda görmediğim kadar kazandım. İsim yapmaksa, ismim boyumu aştığı zaman korktum bile onun gölgesinden.Seni daha rahat yaşatmaya başlayınca korku falan kalmadı gerçi. Sorsalar benden mutlusu yoktu. Ama işte gel gör ki  o adam, sana da bana da iyi gelmeyen  o insanları yaz dedikçe bana, kalemimin  keyfi kaçtı.

“Dayan oğlum.”, dedim. “Şu üç günlük dünyada bir anan var. Hakkıdır bolluk içinde rahat yaşamak. Az mı çekti kadın.Varsın senin sayende bir oh desin, “dedim. Dedim ama,  yok artık yeter.  Buraya kadar. 

 

           Ben yine, sayfaları çevirdikçe  kahkahaları  duyulan  karakterlerime dönmek istiyorum. Artık  unuttuğumuz,  o eski zor günlerimizin küf kokusunu  hatırlatmasın bana yazdıklarım. Diyemiyorum ki adama , bak senin kurgula diye verdiğin o mutsuz insanlardan biri olmamaya çalışarak geçti benim hayatım. Anacığım bizi o batağa düşürmemek   için  çok uğraştı.  Tahammülüm yok artık sesi dipsiz bir kuyudan gelen insanlara. Derim ama, bu sefer diyeceğim. . 

   

           Eyvallah, kabul ediyorum onlar sayesinde para gördü elimiz. Ama yok , ben artık paradan da vazgeçtim. Sadece mutlu olalım anamla.  Gülelim karşılıklı,  bir tas çorbaya kaşık sallarken. Varsın sadece  ablamın arkadaşları okusun yazdığım öyküleri ama  beni artık,  babamın ardında kalan tozlu yollarda yürüyen adamlarla muhattap etme yalvarırım. 

       

         Babam gibi adamlar onlar anlıyor musun?Babam gibi kokuyorlar. Babamın gittiği gün gibi onların her yeni başladıkları gün. Babam giderken baktım ben  asıl  etrafıma ürkerek biliyor musun?. Anam  dedi “Gel  oğlum gün ola hayrola.Bir hal çaresi buluruz elbet.”  Hal çereleri bulmaktan yoruldum ben Semih Bey! Senin ne idüğü  belirsiz adamlarına, kadınlarına bir çıkar yol aramaktan yoruldum. Al babamı da git hayatımdan ve rahat bırak bizi. Anam varsa varım elbet ben de  İşte bu da sana son sözüm.Haaaa bu arada,  Eda’nın da selamı var sana. Haydi bize eyvallah. 

 

                                                                                                                                                ÖZLEM EKE 

                                                                                                                                                   28.07.2020


     Sonraki hafta ödevimiz bize verilen dünyaca ünlü 50 tablodan birini seçip o tablo üzerine bir öykü kurgulamaktı. 

BenEl Greco’nun Toledo isimli tablosunuseçtim.     




        Bakar bakmaz renklerden yola çıkarak içimde akmaya başlamıştı öyküm. Yine bir atölye akşamında öyküm okunup Erinç  Hocamız ve atölyenin diğer katılımcıları tarafından beğenildiğinde çok mutlu oldum. Ve şöyle de bir bonusu var İnkâr isimli bu öyküm Vagon People sitesinde yayınlandı ve böylece  ilk kez bir öyküm  yayınlanmış oldu. 


Haydi bu öyküyü de yayınladığı yerden okuyalım. 





         http://www.vagonpeople.com/inkar-ozlem-eke


    Böyle işte. Uzun lafın kısası şu ki. Hayat sana  limon veriyorsa limonata yap derler ya ☺️ Ben de pandemi sürecinde ah vah ne olacak halimiz demektense var olan kötü şartları güzelleştirmek için çabaladım. İnanın şu dönemde kendimizi  geliştirmek için yapabileceğimiz çok fazla şey var. Yeter ki siz isteyin. Çok konuştum yine. Ha bu arada çok yakında uzun bir aradan sonra nefis bir kitap serisi tavsiyesi ile yeniden burada olacağım. Sağlıkla ve kitapla kalın. 






Tutsak Güneş

8 Ocak 2017 Pazar

| | | 0 yorum









          Biz Ayşe Kulin severler olarak son zamanlarda pek dertliyiz. Gizli Anların Yolcusu'ndan beri eski Ayşe Kulin kitaplarının tadını alamaz ve bunu çok özler olduk. Eksiksiz bir Ayşe Kulin koleksiyonuna sahip olmakla övünen, duvar yazısı yazsa okurum diyen ben, yine Tutsak Güneş'i çıkar çıkmaz aldım elbette ama itiraf ediyorum ki korkarak. Çünkü Bora'nın Kitabı, Handan derken her kitapta "Yok artık bu son, bir daha okumam." dedim kendi kendime. Sosyal medyanın okuduklarımızı paylaşalım konulu platformlarında da benim gibi düşünen insanların yazdığı yorumları okuyunca,  önce sevindim bir ben değilmişim böyle düşünen diye, sonra üzüldüm tespitim maalesef doğru olduğu için. Yani diyeceğim şu ki çıktıktan uzun zaman sonra, hatta bunun üzerine yeni bir Kulin kitabı daha çıkmışken elim gitti Tutsak Güneş'i okumaya. Merak uyandıran, elinizden bırakamayacağınız kadar sürükleyici bir konusu, ilgi çekici karakterleri ve başarılı bir kurgusu olduğu kesin, ancak bana sanki birisi yazmış da Ayşe Kulin adı altında basılmış gibi geldi yine, yeniden. 





          Bir süredir hissiyatım bu yönde. Bunun da sebebi Gizli Anların Yolcusu  ile birlikte  bir anda değişen konu seçimleri, dildeki yavanlaşma olmalı sanırım. Böyle usta bir kalemi eleştirmek haddime değil belki ama bizi öyle güzelliklere alıştırmıştı ki zamanında, hala kitaplığımdan çıkarıp, sevip, öpüp kokladığım Sevdalinkalar , Adı Aylinler , Vedalar ,Umutlar, Hüzünler , Hayaller ....  Onları özlüyor olmamızı kendisi de anlayışla karşılayacaktır diye düşünüyorum.







             Tutsak Güneş gelecek zamanda kurgulanmış. Hani şu uçan arabaların ,renk değiştiren kıyafetlerin olacağı söylenen zamanlar... Biz 70 kuşağı çocukları izlediğimiz bilim kurgu filmlerinden yola çıkarak 2000'li yılları böyle olur ümidiyle bekledik açıkçası. Ama yıl 2017 olmak üzere neredeyse ve hala 70 'lerden pek de  fazla yol alınmış değil. Neyse işte kitabımız o beklenen gelecekte yaşananları anlatıyor. Aslında başlarda pek keyifli geliyor bu ultra gelişmiş hayat. Ama sonra sonra yasaklar, kısıtlamalar, tamamen kontrol altına alınmış hayatları okudukça teknolojiniz batsın diyesiniz geliyor. Kadınlar sadece doğurdukları oranda değerli mesela, evinizde hatta banyonuzda bile gözetleniyorsunuz. Sarılmak yasak. İşin en kötü kısmı da uzun süre önce Güneş'i kaybetmiş bu zavallı insanlar.Ne olduğu belirsiz bir göz cismi gelmiş oturmuş tepelerine ve Güneş ile aralarına girmiş. Eski güzel günlerini unutsunlar diye günden güne anılarını da yitiriyorlar. Yedikleri içtikleri yapay gıdalarla hafızaları da yavaş yavaş yok ediliyor. 






             Size ipucu vermeden bu kitabı nasıl anlatırım diye düşünüyorum şimdi. Yuna'dan Tumar'dan hatta onların geç yakalanmış lezzetli aşklarından , Regan'dan , Samira'dan , Odelya'dan , Ayserin'den , Dina'dan , Malek'ten ve diğerlerinden uzun uzun bahsedip , yaşadıklarını anlatasım  var aslında ama bunu yapmayacağım. 
           Benim size asıl bahsetmek istediğim kitaptaki bir kitap. Daha önce de beni başka kitaplara götüren kitaplardan bahsetmiştim blog yazılarımda. Bu kitabı da  daha en başlarda adından bahsedilen Damızlık Kızın Öyküsü kitabını merak ederek okudum. Hemen araştırdım ve buldum. Daha doğrusu kitabın kurgu değil gerçek bir kitap olduğunu buldum ama kitabı bulmak ne mümkün. Basımını yapan yayınevi kapanmış, ikinci ellerde de tükenmiş maalesef. Ara ara tam ümidimi kaybetmişken hiç beklemediğim bir yerde buldum kitabı ve bazı şeylere paha biçilmez dedim ve hemen verdim siparişi. Bir kaç gün sonra gelen kargo ile birlikte elimde bir hazine varmış gibi hissetmemin sebebini bu kitabı edinmek isteyip edinemeyenler bilir. Velhasıl şimdi Tutsak Güneş bitmişken ve şükürler olsun ki Damızlık Kızın Öyküsü de kütüphanemde beni bekliyorken çok mutluyum.
         Ben şimdi bir hazine değerindeki kitabımı okumaya gidiyorum.Tutsak Güneş ile ilgili düşüncelerimi yeterince paylaşmadığımın farkındayım ama okurken de zaten bitsin de  Damızlık Kızın Öyküsü'ne başlayayım diye okudum. Her şeye rağmen okurum ben bu kitabı diyorsanız Tutsak Güneş okunası ama bir Ayşe Kulin kitabı değil tabi ki. Bu da son sözüm olsun 😄 Yerinizde olsam Damızlık Kızın Öyküsü yazımı merakla beklerdim.Ben hem kitap hem de hakkında yazacaklarım için şimdiden çok heyecanlıyım çünkü.Yakında görüşmek üzere...


       

Beethoven'li Ölüm

7 Aralık 2016 Çarşamba

| | | 0 yorum



   
      Bana kendisi gelen kitaplara bayılıyorum. Geçtiğimiz günlerde çocuklarıma  internetten kitap siparişi verdim. Ancak üzerinden bir iki hafta geçmesine rağmen , siparişim bana ulaşmadı. Yayınevini arayınca, çok kibar bir şekilde  siparişi atladıklarını ,  hemen yarın elimde olacak şekilde kargomu yollayacaklarını söylediler. Ertesi gün bana gelen kargoda , çocuklarım için istediğim kitabın yanına ,benim için de  bir roman ekleyerek, hem kendilerini affettirdiler hem de beni çok mutlu ettiler. (Bu vesile ile Pan Yayınevine teşekkürlerimi de sunmak isterim parantez içinde de olsa.) 

     İncecik, çelimsiz bir kitaptı benim için seçilen ,üstelik adı da oldukça kasvetliydi ama madem düşünülmüş ve hoşluk olsun diye yollanmış, hemen okumalıyım dedim. Zaten başlamamla bitirmem de bir oldu. Kitabın kapağını açınca  " zorunlu bir açıklama " yazısı çıktı karşıma. Ve bu zorunlu açıklamayı okur okumaz büyük bir merakla bağlandım kitaba. Kitabımızın kahramanı Celal  Bey'in, gerçekten yaşamış bir ada sakini olması değildi tabi ki sadece merakımı arttıran. Celal Bey'in sıra dışı yaşam biçimi ziyadesiyle ilgimi çekti ve onunla tanışmak için koşar adım çevirdim sayfaları. Ben merak içinde Celal Bey'e koşarken bu kez de Murat Birsel'in Ferruh Bey'e yazdığı bir mektup çıktı karşıma. Ve kitap daha da keyifli hale geldi. Ve nihayet Celal Bey'le  tanışma vakti. Dondurucu soğuğun esir  aldığı, sessiz sakin Heybeliada. Bir vapur iskelesinde, meraklı gözlerden saklanarak vapura binmeye çalışan, dadısının eski paltosuna sığınmış, hırpani bir adam çıktı karşıma. Bundan sonraki birkaç sayfayı acıma  ve merak karışımı duygularla okudum. Celal Bey'i verdiği kararla bırakıp adadaki çinko evinde, taaa en başa Celal Bey'in doğduğu güne döndüm bir sayfa daha çevirip.




              Buradan sonrasını dikkatlice okuyun. Çünkü okuduklarınızdan sonra kitabı neden merakla okuduğumu ve neden başladığım gibi soluksuz bitirdiğimi daha iyi anlayacaksınız.

              Eski vali muavini, sonra büyük iş adamı  Fahri Bey'in oğlu Celal... İki oğlan çocuğundan sonra kız olacak diye ümit edilen ve erkek olarak hayata gözlerini açtığında, başta babası olmak üzere herkesi büyük hayal kırıklığına uğratan Celal... Babasının "Hayır!!! Yine  oğlan olamaz, olamaz!!!" nidaları arasında halasının bulduğu parlak fikir ile Celile'ye dönüştürülen Celal... İlkokula başlayıncaya kadar saçları uzatılan, pembe elbiseler giydirilip, bebekleriyle evcilik oynayan, hatta annesine özenerek minik memesiyle bebeklerini emziren, kız çocuğu gibi davranması için tembihlenen, kız olmaya zorlanan ama içinde farkında olmasa da bir erkek büyüten Celal... Evdeki diğer kadınlarda olmadığını fark ettiği fazlalıklarına bir anlam veremeyen, anlam vermeye başladığında da bu fazlalıkların  onun için gerçekten sadece fazlalık olduğunu anlayan ve geri kalan tüm yaşamı boyunca bu yükün ağırlığı altında ezilen Celal... Kısacası bir kız evlat sahibi olmak uğruna ailesi tarafından göz göre göre harcanan, hayatı ziyan olmuş Celal...









           Celal Bey'le tanıştık işte. Şimdi biliyorum ki buraya kadar anlattıklarımdan, en başta Celal Bey'i verdiği kararla baş başa bıraktığımız ana kadar yaşananları çok merak ediyorsunuz. Bu hazin yaşam öyküsü, ki gerçek bir yaşam öyküsü olduğunu en başta söyledim, seksen iki sayfada anlatılmış bize. Çok susayıp, kafamıza diktiğimiz koca bir bardak su gibi bir dikişte okunan bir kitap Beethoven'li Ölüm. Beethoven ve Celal  Bey arasındaki ilişkiyi okumayı da size bırakıyorum. Zaten onu da anlatırsam neredeyse her şeyi kitabı okumadan benden öğrenmiş olacaksınız. Ben tesadüfen okudum bu kitabı ama siz bile isteye alın  ve okuyun mutlaka.

           
KRİTON DİNÇMEN



            Bu arada ilk kez okuduğum  Kriton Dinçmen'in yalın anlatımını da çok sevdiğimi eklemek isterim. "Kriton Dinçmen aslında kendimizde sakladıklarımıza  ışık tutan bir ayna. Hazırlıksız olana rahatsız edici gelebiliyor." demiş Murat Birsel. Kimdir Kriton  Dinçmen  hadi birlikte bakalım. 







                    Bir de kitapta bahsi sıklıkla geçen Beethoven besteleri var ki , kitabı okurken önce meraktan sonra beğeniden dinlendi kendileri. Onlara ulaşabileceğiniz linkler de vereyim size. Bu da müessemizin ikramı gibi olsun. Sizin için araştırdım efendim, kitapkurduikizannesi gururla sunar 😃




                                Symphony No. 3: THE 'EROICA





                            Senfoni No. 5, Do minör, “Kader”, Op. 67





                                  Symphony No. 9 ~ Beethoven