Beethoven'li Ölüm

7 Aralık 2016 Çarşamba

| | | 0 yorum



   
      Bana kendisi gelen kitaplara bayılıyorum. Geçtiğimiz günlerde çocuklarıma  internetten kitap siparişi verdim. Ancak üzerinden bir iki hafta geçmesine rağmen , siparişim bana ulaşmadı. Yayınevini arayınca, çok kibar bir şekilde  siparişi atladıklarını ,  hemen yarın elimde olacak şekilde kargomu yollayacaklarını söylediler. Ertesi gün bana gelen kargoda , çocuklarım için istediğim kitabın yanına ,benim için de  bir roman ekleyerek, hem kendilerini affettirdiler hem de beni çok mutlu ettiler. (Bu vesile ile Pan Yayınevine teşekkürlerimi de sunmak isterim parantez içinde de olsa.) 

     İncecik, çelimsiz bir kitaptı benim için seçilen ,üstelik adı da oldukça kasvetliydi ama madem düşünülmüş ve hoşluk olsun diye yollanmış, hemen okumalıyım dedim. Zaten başlamamla bitirmem de bir oldu. Kitabın kapağını açınca  " zorunlu bir açıklama " yazısı çıktı karşıma. Ve bu zorunlu açıklamayı okur okumaz büyük bir merakla bağlandım kitaba. Kitabımızın kahramanı Celal  Bey'in, gerçekten yaşamış bir ada sakini olması değildi tabi ki sadece merakımı arttıran. Celal Bey'in sıra dışı yaşam biçimi ziyadesiyle ilgimi çekti ve onunla tanışmak için koşar adım çevirdim sayfaları. Ben merak içinde Celal Bey'e koşarken bu kez de Murat Birsel'in Ferruh Bey'e yazdığı bir mektup çıktı karşıma. Ve kitap daha da keyifli hale geldi. Ve nihayet Celal Bey'le  tanışma vakti. Dondurucu soğuğun esir  aldığı, sessiz sakin Heybeliada. Bir vapur iskelesinde, meraklı gözlerden saklanarak vapura binmeye çalışan, dadısının eski paltosuna sığınmış, hırpani bir adam çıktı karşıma. Bundan sonraki birkaç sayfayı acıma  ve merak karışımı duygularla okudum. Celal Bey'i verdiği kararla bırakıp adadaki çinko evinde, taaa en başa Celal Bey'in doğduğu güne döndüm bir sayfa daha çevirip.




              Buradan sonrasını dikkatlice okuyun. Çünkü okuduklarınızdan sonra kitabı neden merakla okuduğumu ve neden başladığım gibi soluksuz bitirdiğimi daha iyi anlayacaksınız.

              Eski vali muavini, sonra büyük iş adamı  Fahri Bey'in oğlu Celal... İki oğlan çocuğundan sonra kız olacak diye ümit edilen ve erkek olarak hayata gözlerini açtığında, başta babası olmak üzere herkesi büyük hayal kırıklığına uğratan Celal... Babasının "Hayır!!! Yine  oğlan olamaz, olamaz!!!" nidaları arasında halasının bulduğu parlak fikir ile Celile'ye dönüştürülen Celal... İlkokula başlayıncaya kadar saçları uzatılan, pembe elbiseler giydirilip, bebekleriyle evcilik oynayan, hatta annesine özenerek minik memesiyle bebeklerini emziren, kız çocuğu gibi davranması için tembihlenen, kız olmaya zorlanan ama içinde farkında olmasa da bir erkek büyüten Celal... Evdeki diğer kadınlarda olmadığını fark ettiği fazlalıklarına bir anlam veremeyen, anlam vermeye başladığında da bu fazlalıkların  onun için gerçekten sadece fazlalık olduğunu anlayan ve geri kalan tüm yaşamı boyunca bu yükün ağırlığı altında ezilen Celal... Kısacası bir kız evlat sahibi olmak uğruna ailesi tarafından göz göre göre harcanan, hayatı ziyan olmuş Celal...









           Celal Bey'le tanıştık işte. Şimdi biliyorum ki buraya kadar anlattıklarımdan, en başta Celal Bey'i verdiği kararla baş başa bıraktığımız ana kadar yaşananları çok merak ediyorsunuz. Bu hazin yaşam öyküsü, ki gerçek bir yaşam öyküsü olduğunu en başta söyledim, seksen iki sayfada anlatılmış bize. Çok susayıp, kafamıza diktiğimiz koca bir bardak su gibi bir dikişte okunan bir kitap Beethoven'li Ölüm. Beethoven ve Celal  Bey arasındaki ilişkiyi okumayı da size bırakıyorum. Zaten onu da anlatırsam neredeyse her şeyi kitabı okumadan benden öğrenmiş olacaksınız. Ben tesadüfen okudum bu kitabı ama siz bile isteye alın  ve okuyun mutlaka.

           
KRİTON DİNÇMEN



            Bu arada ilk kez okuduğum  Kriton Dinçmen'in yalın anlatımını da çok sevdiğimi eklemek isterim. "Kriton Dinçmen aslında kendimizde sakladıklarımıza  ışık tutan bir ayna. Hazırlıksız olana rahatsız edici gelebiliyor." demiş Murat Birsel. Kimdir Kriton  Dinçmen  hadi birlikte bakalım. 







                    Bir de kitapta bahsi sıklıkla geçen Beethoven besteleri var ki , kitabı okurken önce meraktan sonra beğeniden dinlendi kendileri. Onlara ulaşabileceğiniz linkler de vereyim size. Bu da müessemizin ikramı gibi olsun. Sizin için araştırdım efendim, kitapkurduikizannesi gururla sunar 😃




                                Symphony No. 3: THE 'EROICA





                            Senfoni No. 5, Do minör, “Kader”, Op. 67





                                  Symphony No. 9 ~ Beethoven

Fil Kadar Küçük

25 Kasım 2016 Cuma

| | | 1 yorum



     Pek çok insanın yaptığı gibi ben de bir çocuk kitabı olduğunu bilmeden aldım ve okumaya başladım. Kahramanları çocuklar olan kitaplara çok aşinayım ve çok da severim.O yüzden yadırgamadım,samimi bir itiraf ;okurken de anlamadım bir çocuk kitabı okuduğumu. Çok keyif aldığım için hikayeden, başlar başlamaz daha ilk sayfalarda çocuklarımla da tanıştırdım Jack'i. Sonra ben okurken sormaya başladılar, "Anne ne oldu? Jack'in  annesi geldi mi ? Jack  gece olunca  korkmuyor mu? " diye. Onlar böyle sorunca dedim ki "Peki o zaman bu kitabı birlikte okumaya ne dersiniz? ". Bayıldılar bu fikre. Üç meraklı kişi ve bir kitap olduğu için,uyumadan önce ben okudum onlara bu kitabı. Gözleri kapandı kimi zaman ama meraktan, "Anne ne olur okumaya devam et." dediler. Onlar dayanamayıp uyuduklarında , işaret koyup uyudukları sayfaya, ben devam ettim okumaya. Elimden bırakamadım çünkü. Sonra ertesi akşam yine onların uyudukları yere dönüp, bir kez daha okudum onlarla birlikte.Onca cümle kurdum  ama daha kitabın adını bile söylemedim. Okuma hallerimiz de kitabın kendisi kadar keyifliydi de o yüzden anlatmak istedim size. Yeterince gevezelik ettiğimize göre gelelim Fil Kadar Küçük'e ve gelelim on bir yaşındaki Jack'in yaşadığı sıra dışı maceraya.




       Jack on bir  yaşında... Annesiyle birlikte yaşıyor.Babası yok. Baba kimdir ben  de çok merak ettim ama hiçbir bilgi yok bununla ilgili. Tüm kitabı  babası bir yerlerden çıkar umuduyla okudum. Hatta bir kişiyi Jack'in babası sanıp  hikayeyi Türk filmi sosuna bile buladım. Ama yok babasız bir çocuk Jack ve babasız bir kitap Fil Kadar Küçük.  Bir annesi var evet. Tabi buna anne denirse. Akli dengesi yerinde olmayan gel git akıllı bir anne.Böyle bir anne  ile yaşayınca gereğinden erken büyümüş Jack. Büyümek zorunda kalmış olmalı. Okuyunca bana hak vereceksiniz.

        Aslında her şey çok güzel başlıyor. Anne oğul kamp yapmak için bir kamp alanına gidiyorlar. Çadırlarını kuruyorlar ve şahane bir tatil onları bekliyorken , Jack sabah kalktığında annesinin arabayı ve kendi çadırını alıp gittiğini görüyor. Alışkın aslında annesinin bu hallerine. Önce sakin sakin güne başlıyor. Her zamanki kaybolmalarından biridir, geri dönecek nasıl olsa diye düşünüyor.Zaman geçiyor ama anne geri gelmiyor. 





        Sabah kalkıp annesini bulamayan , kamp yerinde yalnız başına kalan on bir yaşındaki bir çocuk ne yapar? Büyüklerinden yardım istemesini bekliyorsunuz değil mi bu noktada... Yanıldınız! Annesinin yokluğunu etrafındakilere hissettirmemek  için uğraşıyor. Derdi, yaramazlık olsun diye tek başına özgür takılmak değil, yanlış anlamayın .Jack'in  içinde büyük korkuları ve bu korkuların getirdiği,geçerli sebepleri var böyle davranması için. Onları da anlatmayayım değil mi? Okurken siz de hem bana hem de Jack'e hak vereceksiniz.

        Büyük bir merak duygusu ile  daldığınız   bu macerada sayfalar ilerledikçe başka duygular da eşlik etmeye başlayacak size. Benim kitaptan edinimlerini şayet merak edip okursanız muhtemelen sizde bir  bir edineceksiniz. Ben, biraz çocuklarımla okuduğum bu kitaptan  onların  neler kazandığından bahsetmek istiyorum. Çok da fazla ipucu vermek istemiyorum ki maceranın  tadı  kaçmasın.





        Kitap yirmi beş  bölümden oluşuyor ve her bir bölüm başında fillerle  ilgili keyifli bilgiler var. Aaaa bak o kadar anlattım  ama  Jack'in  filleri çok sevdiğini söylemeyi unuttum. Neyse şimdi söyledim işte. Jack'in fil tutkusu nerelere götürecek onu ...Tamam tamam sustum 😄 Bu bölüm başı bilgileri, çok ilgisini çekti çocuklarımın. Daha ilk sayfalarda Jack ile empati kurdular. Onun yerine korktular, onun yerine üzüldüler. Hatta itiraf etmeliyim ki ondan çok daha fazla yaşadılar bu duyguları. Söz konusu olan annesiz kalmak olunca zaman zaman okurken yataklarından kalkıp sarılmaya geldiler yanıma. İlk başta  oğlum " Oh ne güzel kafana göre birkaç gün.." dedi. Kızım bir kamp yerinde yalnız kalma fikrine hiç sıcak bakmadı. Sonra her ikisi de  Jack'in düştüğü zor durumlarla nasıl başa çıktığını görüp için için acıyıp için için özendiler ona. Sanırım yedikleri yemeğin, uyudukları sıcak ve yumuşak  yatağın, güvenli bir yuvanın, hatta babalı ve anneli bir hayatın kıymetini anladılar sayfalar çevrildikçe. Sık sık "Ben olsaydım." diye başlayan cümleler kurdular bu okuma boyunca.

        Özetle bir kitap aldı bizi şahane bir maceraya sokmakla kalmadı pek çok farkındalık geliştirmemize de vesile oldu. Ha bu arada, okuyup, bitirip yazarı merak edince öğrendim çocuk kitabı olduğunu Fil Kadar Küçük'ün. Çocuklar için böyle şahane şeyler yapan insanlar olması ne güzel. "Çocuk kitabı mı okuyacağım?" demeyin. Ön yargılarınızı bir çocuk saflığı ile bırakın kenara ve okuyun bu kitabı.

       Meslektaşım olmasından da mutluluk duyduğum yazarımız Jennifer Richard Jacobson ile ilgili biraz araştırınca bunları buldum ve sizinle de paylaşmak istedim.Ben bayıldım bu kadına siz de çok seveceksiniz.

       Buradan da yazarımızın facebook hesabına ulaşabilirsiniz.






Bir de Baktım Yoksun

26 Mart 2016 Cumartesi

| | | 0 yorum




           Sabah işe gitmek üzere evden çıkıyorsunuz. Günlük alışkanlıklarınızdan biri olan mahallenin kedisi ortalarda yok. Nereden estiyse işe gitmekten vazgeçip düşüyorsunuz kedinin peşine.Çocukluğunuz, gençliğiniz, tüm hayatınız geçmiş bu mahallede. Olsa olsa oradadır diyerek, tüm çocukluk korkularınızı içinde barındıran Yeşil Ev'e gidiyorsunuz kediyi aramak için.
       
          Amacınız gerçekten kediyi bulmak mı? Yoksa kediyi aramayı bahane ederek çocukluğunuzla mı yüzleşmek niyetiniz. Kediyi  aramak için girdiğiniz Yeşil Ev'in bahçesinde babanızla karşılaşıyorsunuz. Böyle söyleyince çok normal gibi görünen bu karşılaşma, babanızın kısa bir süre önce öldüğünü düşününce birden bire bir masal karesine dönüşüveriyor.
   
       Evden çıkıp kedinin peşine takılan Yekta, bir  evin bahçesinde  kısa bir süre önce kaybettiği babası ile karşılaşınca bu çok olağan bir şeymiş gibi, babasıyla koyu bir sohbete başlıyor hiç şaşırmadan ,garipsemeden. Yekta ile babası arasında gelişen bu sohbetle birlikte ,biz de sanki her gün oluyormuşçasına normal karşılayıp bu olayı ,öylece dinlemeye başlıyoruz ve az sonra bir baba oğul hesaplaşmasının ortasında buluyoruz kendimizi.

       Baba oğul hesaplaşması ile başlayıp Yekta'nın hayat muhasebesine doğru gidiyor satırlar. Yürütemediği evliliğini, yetemediği karısını, boşanmalarından dolayı mutsuz ettiği kızını, babasının ölüm haberini aldığı gün arkasında bıraktığı hayatının kadınını ve daha pek çok şeyi anlatıyor Yekta bize tek tek.

      Konu itibariyle herkesten  bir tık daha fazla çuvallamış Yekta'nın hayatla dansını anlatan, Yekta Kopan'ın  şahane anlatımı ile lezzetlenen , okunması keyifli bir kitap çıkmış ortaya.
Yedi Renk'te Yekta Kopan 
     

       2010 Yunus Nadi Öykü Ödülü'nü ve 2010 Haldun Taner Öykü Ödülü'nü almış ,gerçekten çok keyifle okunan ve bittiğinde tadını damağınızda bırakan bir kitap Bir de Baktım Yoksun.Yazarın babasının ölümünün ardından yazdığı bir kitap olduğu  için de samimi ve içten anlatımlarla dolu.Okumanızı şiddetle ve ısrarla tavsiye ettiğimi belirtmek isterim .Bir de şunu eklemeden edemeyeceğim kitabın yazarı ,ses tonu hepimizce bilinen ve  beğenilen bir sunucu ve dublaj sanatçısı da olunca kitabı sanki size Yekta Kopan okuyor gibi oluyor ve bu gerçekten çok keyifli bir deneyim. :)
   

                                   Hatta  hadi yazarından dinleyelim bu kitabı...












              "Hiçbir kitap sadece tek  bir kitap değildir." demiştim geçenlerde bir arkadaşıma. Bunun ne demek olduğunu anlatırsın bana bir ara ,demişti. Bu vesileyle bunu da anlatmış olurum diyerek biraz kitabın satır aralarından çıktığım yollardan bahsetmek istiyorum size.

          Edward Hopper'ı tanıdım bu kitapta House by The Rail Road tablosundaki eve benzetmek isteyince Yekta Yeşil Ev'i. Sayfalar sonra Muzaffer Köroğlu ile sohbet ederken Edward Hopper'ın tabloları daha da fazla dikkatimi çekti ve tek tek inceledim hepsini. Pek sevmedim tarzını ama yeni bir kazanım oldu işte benim için. Sizin de ilginizi çeker diye bahsi geçen tüm tabloları göstermek istiyorum size...



House by The Rail Road 1925. Modern Sanat Müzesi

Gas 1940. Modern Sanat Müzesi 













Nighthawks 1942. Chicago Sanat Enstitüsü.












Compartiment C 1938 IBM kolleksiyonu 























             George Orwall'ın Portobella yolundaki 22 numaralı evine gittim Yekta ile birlikte ve o evin karşısındaki kaldırıma oturup Saatleri Ayarlama Enstitüsü okuduğumu hayal ettim. 1984'ü ve Hayvan Çiftliği'ni hatırladım yeniden.


George Orwall'ın Portobella  Yolu'ndaki 22 numaralı evi

        Yekta'nın Yekta'ya verdiği siyah-beyaz bir fotoğrafla Dezo Hoffman'ı tanıyıp bu fotoğrafın The Beatles'ın 1963 tarihli 45 lik albümünün kapak fotoğrafı olduğunu öğrendim.
     



İşte adı geçen albüm ...




               Sadece bunlar mı öğrendiklerim, elbette ki hayır. Ama ben bu kadarını yazıp , kendi çıkarımlarınızı yapmayı kitabı okuduktan sonra size bırakıyorum.

             Yine çok konuştum. Belki de kitabın kısa bir özetini okurum beklentisiyle okumaya başladığınız bu yazıda neler neler çıktı karşınıza. Bu da geveze bir bloggerın farkı olsun :)

             Kısaca özetlemek gerekirse mutlaka okumanız gereken bir Yekta Kopan kitabı daha. Daha dediğime göre bu ilk Yekta Kopan kitabı değil okuyup yorumladığım. Hadi diğer kitaplara da bir göz atalım.
                                                        Aile Çay Bahçesi 





                                                             İki Şiirin Arasında



Tepedeki Kadın

17 Mart 2016 Perşembe

| | | 0 yorum






              Ne zor şey kadın olmak. Sahi gerçekten kadın olmak mı zor ,yoksa Türkiye'de kadın olmak mı zor olan?

           Tepedeki Kadın'da Berna Durmaz tepedeki kadınları anlatmış öykülerinde çokça. Okurken düşünmeden edemiyor insan. Ne demek tepedeki kadın? Bir kadın nasıl tepeye çıkar?

         Pembe gözlüklerle bakalım önce. Önümüze konan tüm engellere rağmen, şansımız yaver gider ve elbette çok emek harcarsak bir şirketin ,belki bir köyün, bir ilin , ilçenin, ülkenin yada partinin  başına geçerek, halk arasındaki söylemle,  "çocuk da yaparım kariyer de" diyerek de tepeye çıkar kadın. Hoş geliyor kulağa değil mi? Hani dedik ya pembe gözlüklerle bakalım önce. Bu kadının çıktığı tepede ,sanki her şey yerli yerinde gibi görünüyor değil mi buradan bakınca? Oysa kariyer basamaklarını tırmanarak çıkılan tepede bile zor kadının işi. Erkek egemenliğindeki dünya düzeninde bir kadın olarak yer bulmak ,hatta en tepeye çıkmak meyve vererek taşlanmaya aday hale getiriyor direk bu kadını. Keşke hep zor da olsa böyle tepeye çıksa kadınlar.


        Bir de Berna Durmaz'ın tepedeki kadınlarına göz atalım mı birlikte? Bu kadınlar yükleri ağır gelerek ,yerini yurdunu hatta sıyırdıkları akıllarını da bırakarak tepelere kaçan kadınlar. Gerçekten tepelere çıkan  kadınlar. İnzivaya çekilenler. Kendilerini kendilerine saklayanlar. Acılarını kendi içlerine atıp içlerini acıtan kadınlar.Sebber oluyorlar kimi zaman, avcının karısı bazen , bazen de  Necla ya da  Esma... Bu kadınların tepeye kaçış öyküleri hep birbirine benziyor, ortak paydaları acı.Hayat onlara kötü davranmış desek az gelecek sanki...Hayat onlara tıkıldıkları taşra kasabasında insan gibi yaşama şansı vermemiş.Merak edin bu kadınları, gelin siz de ortak olun acılarına...Paylaştıkça azalır belki yükleri de günün birinde birimizin elinden tutar ve inerler kaçtıkları ,sığındıkları  tepelerden...
       Tepedeki Kadın Berna Durmaz'ın ilk göz ağrısı, ilk kitabı. Yazar olma yolunda yıllarca arşivinde, dilinde, kaleminde biriken kelimelerin yolunu bulup çağlayarak akması gibi. Arka kapak yazısında , "Kitapta yer alan öyküler; adı anılmayan bir taşra kasabasında geçiyor. Burada yaşayan insanların sıkışmış, güdükleşmiş hayatlarını anlatırken, Durmaz kasaba hayatının boş inançlar, hayaller ve şiddet yaratan ürkütücü yanını resmediyor." diyor.
        Hem onun için özel  bu kitap ,hem biz kadınlar için...Niyetim kadınların göstermelik de olsa kutlanan gününde yazmaktı bu yazıyı ama bu sene hastalıklardan başımızı kaldıramıyoruz. Kısmet bu güneymiş. :)  Biliyoruz ki bir günle gönlümüz alınsa bile hakkımız ,emeğimiz ödenemez. Bu vesile ile gecikilmiş bile olsa günümüzü kutlamış olayım. Beyler ,kusura bakmayın .Hem kadın bir yazar hem de adı Tepedeki Kadın olan bir kitap yorumunda bu kadarcık cinsiyet ayrımcılığı yaptım. Mazur görün :)
      Tepede olmak ,tepelere sığınmak ...Her türlüsü zor ,velhasıl kadın olmak zor zanaat diyorum ve başladığım gibi bitiriyorum. Bundan sonrası , kitabı alıp bu kadınlarla tanışmak olmalı sizin için. Sarsılacaksınız  bu kitapla ama bir yandan da bu sarsılışın etkisi ile yırtıp kozanızı, kocaman renkli kanatları olan bir kelebeğe dönüşeceksiniz. Okuduğunuz  her öyküde bir kadının derinliklerini görüp ona eşlik edeceksiniz. Okuduğum üçüncü kitabı olduğu için, Berna Durmaz imzasına yürekten inanarak garanti veriyorum buna...Bir sonraki Berna Durmaz kitabı olan Karayel Üşümesi'nde görüşmek üzere...
     İlk kez bu yoruma denk geldiniz ve Berna Durmaz'ı hala tanımıyor musunuz? Haydi bakalım ben daha önce neler okumuşum ve neler demişim Berna Durmaz ile ilgili...

                 


                     Berna Durmaz ile yaptığım çok  keyifli söyleşiyi  okumak isterseniz
 
            Haldun Taner Öykü Ödülü alan kitabı Bir Fasit Daire ile ilgili neler yazmışım...

Bir Fasit Daire
                                      



           Sesimizi sessiz kuyulardan çıkaran kitabı Bir Hal Var Sende ile ilgili  yazdıklarım için ...


                                                  
                                                        Bizde ne haller var dersiniz :)








Gün Olur Asra Bedel

4 Mart 2016 Cuma

| | | 0 yorum



                Bir kitap düşünün içinde bilim, siyaset, aşk, bilim kurgu, belgesel, coğrafya, tarih, savaş olsun. Olmaz mı diyorsunuz? Karman çorman olur, çorbaya döner o kitap mı diyorsunuz? Öyleyse Cengiz Aytmatov'un Gün Olur Asra Bedel'ini okumamışsınız demektir.

             Bir belgesel tadında başlıyor bu kitap. Kurumuş sel yataklarında, çırılçıplak kalmış vadi yamaçlarında av arayan çok aç bir tilki çıkıyor önce karşımıza. Biz bu romanın ana karakteri bir tilki olacak, her şey onun gözünden anlatılacak zannederken birden bir ölüm haberi ile sarsılıyor ve o an için hiç tanımadığımız halde Kazangap'ın yasını tutmaya başlıyoruz. Yedigey ve Ukabala'yı şimdilik üstünkörü tanıyor ve bu iki güzel insanın can dostlarına son görevlerini yerine getirmelerinin telaşına düşüyoruz.

           Sonra yavaş yavaş acımasız yazların ve daha da acımasız kışların yaşandığı Sarı-Özek Bozkırı'nın Boranlı İstasyonu'nda yaşanan her şey  satır satır serilmeye başlıyor gözlerimizin önüne. Aslında kitabın başından sonuna kadar, ki bu 426 sayfaya tekabül ediyor, Kazangap'ın toprağa verilişi asıl mevzu. Ancak aralara öyle büyük bir ustalıkla serpiştirilmiş ki tüm diğer anlatılanlar okurken hayran olmamak elde değil. Yedigey ve Ukubala'nın Boranlı'ya tesadüfen gelişleri ve oranın can damarı oluşlarını dinlerken hem Sarı-Özek Bozkırı hem de buralarda yaşayan insanları daha yakından tanıyoruz.


       Bu mevzulara kapılmış gidiyorken sayfa sayfa, pat diye bir ışık yükseliyor gökyüzüne doğru. Meraklanıyoruz ve meraklandığımızla kalıyoruz. Öyle usta bir kurgucu ki çünkü Aytmatov ince ince dokunup sonra bırakıyor mevzuları. Biz ölenin ardından ağlayacak kadir kıymet bilir evlatları yok diye üzülüp vahlanırken birden Büyük Okyanus'un kuzey enlemlerinde bir uçak gemisi çıkıyor karşımıza. Garip, sıradışı bir şeyler oluyor belli. Ama inanın hiç birimiz olacak şeyleri o noktada tahmin edemiyoruz. Hani hep merak eder kendi aramızda tartışırız ya,uzaylılar var mı? Başka gezegenlerde hayat var mı? Bırakın bizim güneş sistemimizdeki bir gezegende hayat olmasını başka bir güneş sisteminde hayat olduğunu hatta orada yaşayan bizden çok daha ileri medeniyete sahip canlıların (bunlara ne diyeceğimi bilemedim. Adlarını da ipucu vermemek adına kendime sakladım) bizi uzun zamandır gözlemleyip hakkımızda ciddi bilgiler elde ettiklerini ve bizimle iletişim kurduklarını hayal etsenize. Ve bunun böylesine önemli bir olayın sırf yerleşmiş dünya düzeni bozulmasın diye örtbas edilip saklandığını düşünün. Ütopik mi geldi? Belki de olacak hatta oldu bile kim bilir?





        Birkaç sayfa önce şahane Aytmatov betimlemeleri eşliğinde bozkır yaşantısı ile mest olduğumuz sırada birden bire böyle uzaya hatta güneş sisteminin dışına fırlatılmışken, sonra yine hop diye içimizi cayır cayır  yakacak Abutalip ve ailesi ile yeryüzüne dönüveriyoruz. İşte bana göre bu kitabın en can alıcı karakteri Abutalip ile tanışmamız böyle oluyor. Sonrasında idealist bir öğretmen olan Abutalip'in yine kendisi gibi öğretmen olan karısı Zarife ile tanışmasına ,evlenmesine, bir aile olup çoluk çocuğa karışmalarına ,mutlu bir aile tablosu gibi karşımızda dururlarken siyasi düzenin tokadını yiyerek adeta sürgün misali Boranlı'ya sığınmalarına şahit oluyoruz. Ha bu arada ilk sayfalarda karşımıza çıkan tilkiyi merak edip duruyoruz. Acaba nerde çıkacak yine karşımıza diye. Açıkçası ben kitabın son sayfasına kadar bekledim. Çıktı mı çıkmadı mı onu siz okuyunca görüsünüz artık ben söylemeyeceğim.:)

        Bir de devemiz var, kendisi Karanar ki evlere şenlik. Develerle ilgili bir çok şey öğreniyoruz Karanar'ın Yedigey'e yaşattıklarını okurken.Yine aldım başımı gidiyorum... Daha o kadar çok şey var ki anlatacak bu kitaba dair. Ancak burada susmak zorundayım zira uzun blog yazılarımın  okurken sizi bunaltmasını hiç ama hiç istemiyorum.

          Bu kitapla ilgili söyleyeceğim son söz ;kesinlikle çok keyif alarak okuyacağınız lezzetli bir Cengiz Aytmatov kitabı. Iskalanmaması gereken bir kitap olduğunun altını çizmek isterim...

          Bol bol övgüyü hak eden  yazarımız Cengiz Aytmatov ile ilgili bilgi almak isterseniz tıklayın lütfen...





Cengiz Aytmatov'un  Cemile'sini yorumlamışım bir zamanlar şizler  için hadi bir bakalım mı ?


  • Fareler ve İnsanlar

    26 Ocak 2016 Salı

    | | | 0 yorum

            Akıcı anlatımı, keyifli betimlemeleri ile kolay okunan su gibi akan bir kitap Fareler ve İnsanlar. Hayallerinden, umutlarından başka hiçbir şeyleri olmayan iki ahbap çavuş. Lennie ve George ... Lennie iri yarı ve kuvvetli vücuduna rağmen bir çocuğun zekasına sahip.  Safiyane duygularla yaptığı şeylerin sonuçlarını kestiremiyor ve doğal olarak başını sürekli belaya sokuyor. Lennie yumuşak ve tüylü şeylere dokunmayı çok seviyor. Yumuşak tüylü kadife kumaşları, kedi ve köpek yavrularını ve özellikle de fareleri görünce dokunmadan duramıyor. Ancak içinde kötü niyet olmamasına rağmen fazlaca kuvvetli olduğu için zarar veriyor dokunduğu şeylere. Insanları korkutuyor, hayvanları öldürüyor. George onun kötü niyetli olmadığını bildiği için onu kontrol altında tutmaya  çalışıyor. Etrafına zarar vererek başını belaya sokmaması için sürekli tembihlerde bulunuyor ama nafile...

            Lennie çalıştıkları çiftliğin sahibinin kızının kadife elbisesine dokunmak isteyince kız korkar ve iki kafadar linç edilmekten son anda kurtularak çiftlikten kaçarlar. Yeni bir çiftlikte iş bulurlar. Tek istedikleri biraz para biriktirerek kendi çiftliklerini satın almak ve orada mutlu mesut yaşamaktır. Çalışmaya başladıkları çiftlikte de işler sandıkları kadar yolunda gitmez. Herşey yoluna girmişken , hayallerindeki çiftliğe adım adım yaklaşırken Lennie yine bir hata yapar. Bu kez yaptığı hatanın geri dönüşü yoktur ve George hem hayallerine hem de yol arkadaşı Lennie'ye veda etmek zorunda kalacaktır. 

           Başta da dediğim gibi  John Steinbeck'in şahane betimlemeleri sayesinde okurken kendinizi George ve Lennie'nin yanında gibi hissedecek, onların hayallerine ortak olacaksınız. 
    Mutlaka duymuş olduğunuz  ama bir şekilde okumayı ihmal ettiğiniz bu klasik,  yarıyıl tatilinde olduğumuz şu günlerde herkese  tavsiye edeceğim keyifli bir tatil kitabı. 
    Son olarak şunu söylemek istiyorum. Çocukken belki de ödev olarak okuduğumuz  bazı klasikleri , bu yaşta , şimdiki akılla okumak ve çok daha iyi anlamak sanırım büyümenin en güzel yanlarından biri. 

     Beyaz perdeye ve tiyatroya da konu olmuş bu kitabın filmini ve tiyatro oyununu izlemek istersiniz diye  sizin için sorunsuz çalışan linkler buldum ...




                                             Filmi sorunsuz izlemek  için tıklayın lütfen ....









    Biri okusa da ben de dinlesem mi diyorsunuz :) Buyrun öyleyse ...






    Kitabımızın birbirinden farklı kapak tasarımlarını sizler için  derledim...













    Grey

    20 Ocak 2016 Çarşamba

    | | | 0 yorum




             Cristian Grey çok yakışıklı , zengin başarılı bir iş adamı. Biz Grinin Elli Tonu okuyanları, onu çok iyi tanıyorduk zaten. Onun Anastasia ile yaşadığı sıradışı aşka şahit olmuştuk. Anastasia'nın gözünden bakmıştık ona.







                Bu kez Cristian Grey kendisi anlatıyor bize herşeyi. Olanı  biteni onun gözünden görüyoruz, onun duyguları ile yaşıyoruz bu kez bu aşkı. Anastasia  anlattığında Cristian'ı  yeterince anlayamadığımızı farkediyoruz. Bazen ona haksızlık ettiğimiz hissine kapılıyoruz. Yani benim için böyle oldu.Cristian'ın içindeki çocuğu tanıyınca , zaman zaman  kızdığım Cristian'a haksızlık ettiğimi düşünüp üzüldüm. 

                Grinin Elli Tonu üçlemesini okurken de herkesin odaklandığı erotizm yerine ben Cristian'ın  çocukluğuna , yaşadığı travmalara  odaklanmıştım. Yine öyle oldu. Özellikle de yaşanılan her şeyi Cristian ın kendisinden dinlerken





               Aslında Grey'i ilk duyduğumda  E L James'in çok satan, dilden dile çevrilip ,elden ele dolaşan Grinin Elli Tonu üçlemesinin kaymağını yemek için  yazdığı  bir kitap  olduğunu düşünmüştüm. Ama Cristian'ın içindeki yaralı çocuğu bu kez daha net görünce yoğun erotizm ile süslü bu seriye  farklı bir bakış açısı getirmenin amaçlanmış olabileceğini  bile düşünmeye başladım. 


           Kişiliğimizin temellerinin atıldığı bebeklik, çocukluk yaşantılarının önemini bir kez daha vurgulayan kitaplar bence her biri. Nasıl bakarsan öyle görürsün diyeceksiniz belki ama bakın ben bu vesile ile  fikirlerine çok itimat ettiğim bir psikolog arkadaşımın görüşlerine başvurdum ve hariçten gazel  okumak yerine size de konuyla ilgili uzman görüşü aktarmış olmak istedim. Dilden dile dolanan sapkın diye nitelenen erotizmden ziyade keşke biraz da bu gözle bakılabilseydi en başından beri seriye ve Grey'e.

     
           
       Gelin bakın okumalarım sırasında içime dert olan Cristian'ın , çocukluğunda yaşadıklarının, bugünkü ruh haliyle alakasını bize  Lotus Psikoterapi Merkezi'nin kurucularından ve psiklologlarından sevgili arkadaşım  Uzman Psikolog Senem Eke nasıl anlatmış .


     

               “Biraz çocukluğunuza inelim Bay Grey!”

                Halk arasında psikolog veya psikiyatrist denildi mi ilk akla gelen sahnedir çocukluğa inmek. Tabi bunda Sigmund Freud’un etkisi de yok denilmez. Freud, kişilik gelişiminin erken çocukluk yıllarında oluştuğunu ve bugünkü problemlerimizin kaynağının bu dönemde saklı olduğunu savunur. Birçok akademisyen ve bilimadamı da Freud’la benzer görüştedir. Mesela John Bowlby de çocukluk döneminde anne-çocuk arasındaki bağlanma tarzının yetişkin kişilik özelliklerini belirlediğini iddia etmektedir.
            Bowlby’ye göre bağlanma iki yönlü bir süreçtir ve bir tarafın diğer tarafın ihtiyaçlarını karşılamasıyla belirlenir. Bebek doğduğu andan itibaren anneye veya bir bakım verene bağımlıdır. Beslenme, temizlenme, uyuma, sevgi, korunma, güvende hissetme gibi ihtiyaçlarını anneden alma ihtiyacındadır. Bakım veren bu ihtiyaçları uygun şekilde giderdiğinde bebek kendini güvende hisseder ve aralarındaki bağ güçlenir. İlerleyen yıllarda da bu ilişki pekişir. Bireyin bağlanma stili onun hayatla başa çıkma tarzını, ilişki kurma biçimini ve yaşadıkları patolojilerin nedenleri hakkında ipuçları verir. Bakım veren kişi çocuğun sadece fiziksel değil duygusal ihtiyaçlarını da uygun şekilde karşılarsa güvenli bağlanma modeli gelişir.
          Güvenli bağlanma sürecini yaşayan çocuklar yetişkinlik döneminde ilişkilere değer veren, iletişimi sağlıklı bir şekilde başlatıp sürdüren ve başkalarından sağlıklı beklentileri olan bireyler olarak yaşamlarını sürdür. Eğer anne çocuğu sürekli yargılıyorsa, yaptığı şeylerle ilgili olumlu pekiştirmelerde bulunmuyorsa, duygu ve düşüncelerini önemsemiyor hatta eleştiriyorsa kişide güven ve özgüven duygusu eksik kalır. Saplantılı bir bağlanma stili geliştirerek hayatı boyunca başkalarının onayını almak için çalışır. Özgüven eksikliğini aşırı bağımlı ilişkilerle gidermeye çalışır. Bu bağımlılık ilerleyen dönemlerde sadece insanlara değil yiyeceklere, alkole, uyuşturucuya bağımlılık şekline de dönüşebilir.
            Bir diğer bağlanma tarzı ise kayıtsız bağlanmadır. Bu bağlanma modelinde çocuk ihtiyaç duyduğu anne şefkati ve güvenini bakım verenden alamaz. Anne çocuğa karşı kayıtsızdır. Onun fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarını görmezden gelir. Yetişkinlik döneminde bu bireyler kimseye güvenmeyen, aşırı kontrolcü, başkalarına bağımlı veya bağlı olmayı reddeden, takıntılı ve narsistik kişilik yapısında hayatlarını sürdürürler.
           Görüldüğü gibi anneyle çocuk arasındaki ilişki yetişkin kişiliğinde büyük rol oynamaktadır. Son yıllarda ülkemizde de çok popüler olmuş bir kitap var: Grinin Elli Tonu. Kitabın baş kahramanı Bay Grey’in sevgi, korunma, güvenlik gibi duygusal ihtiyaçları annesi tarafından karşılanmaz. Çünkü annesi uyuşturucu bağımlısı bir fahişedir ve Grey küçük yaşlarda annesinin yaşadığı cinsel hayata sıklıkla şahit olmuştur. Fiziksel, duygusal ve cinsel travmalara maruz kalan, annesi tarafından reddedilen Grey, bir süre sonra çocuk yetiştirme yurdunda hayatına devam eder ve orada da travmalara maruz kalır. Her ne kadar çok iyi bir aile tarafından evlat edinilse de yeni hayatında da yine bir kadın tarafından cinsel istismara maruz kalır. Yaşadığı fiziksel ve cinsel travmaları yetişkinlik dönemine de taşıyan kahraman kadınlarla efendi-köle ilişkisi çerçevesinin dışına çıkamaz. Sağlıklı duygusal ilişkiler kurmaktan kaçınır. Geçmişte yaşadığı güçsüzlük ve yetersizlik duygusunu hükmeden erkek rolünde gidermeye çalışır. Tabi bu durum beraberinde narsistik kişilik yapısını da getirmektedir.
              Genç yaşta zengin ve ünlü olan Bay Grey kadınlara kimsenin reddemeyeceği olanaklar sunarak reddedilme ihtimalini de azaltmaktadır. Cinsel dünyası cezalandırma-acı verme fantazileriyle doludur. Grey, yaşadığı güvensizlik nedeniyle herşeyi kontrol altında tutma güdüsündedir. Bu da cinsel fantazilerini gerçekleştirmeden önce uyguladığı ritüelleri açıklamaktadır. Zamanla bu ilişki sado-mazoşizme dönüşür. Şiddet ve acı sahneleri olmadan tatmin olamaz. İlişkinin mazoşizm yanını ise Anastasia Steele tamamlamaktadır.
               Özetle anne-çocuk arasındaki ilişkide yaşanan çocukluk dönemi travmaları yetişkinlik çağında çeşitli şekillerde karşımıza çıkar. Yeme bozuklukları, cinsel bozukluklar, bağımlılıklar, kaygı ve duygudurum bozuklukları bizim dünyayla ilk temasımızı sağlayan bakım verenlerle kurduğumuz ilişkiye atıfta bulunur. Anne-çocuk ilişkisindeki aksamalar, travmalar ise hayatla başa çıkma tarzımızı derinden etkiler. Güvenli bağlanma sürecinden geçen bireyler ise sağlıklı roller ve ilişkiler geliştirir.
                                                                                                                      Uzm. Psk. Senem Eke



    http://www.lotuspsikoterapi.com/







          İşte böyle , haydi şimdi bi kez de bu gözle okuyun  popüler Grinin Elli Tonu Üçlemesini ve son kitabı Grey'i.