Mağara Arkadaşları

29 Eylül 2015 Salı

| | | 1 yorum

 
 
 
            Arkadaşlık , dostluk ... Günümüzde anlamını yitiren , sadece lafta kalan kavramlar. Ben şanslıyım ,gerçekten dostum diyebileceğim insanlar var etrafımda. Öyle güzel insanlar ki bunlar " Hadi gel bi kahve içelim. " dediğimde , elinde bir kitapla gelen ; " Sende Ayfer Tunç'un bütün kitapları var nerdeyse hadi bu da benden olsun. " diyen ve Mağara Arkadaşları'nı bana hediye eden şahane dostlar. Ceyda'm , en önemli ortak payımız çocuklarımız şüphesiz ama ben senlnle kitap okumayı , kitap paylaşmayı da çok seviyorum. Sıkı takipçim olduğunu bildiğim için sana burdan bir kaç satır yazmak istedim. Canım arkadaşım, iyi ki varsın. Oyyyy bu kadar duygusallaşmak yeter bize, şimdi kitabımıza başlayalım. 

         Ayfer Tunç'un Mağara Arkadaşları kitabı da öykülerden oluşuyor. 
         İlk öykümüz kitaba adını da veren Mağara Arkadaşları. Öykümüzün baş kahramanı bir apartman. Ayyıldız Apartmanı... Yedi katlı eski bir apartman. Bu apartmanın birbirinden ilginç yedi sakini var. Apartmanımız oldukça enteresan. Şöyle ki , kendisi ve yedi rakamı arasında bir bağ kurmuş - bu ilginç tesadüfleri siz okurken öğrenin istiyorum- hatta yedinci katta oturan Ayyaş Yazar'ın Yedi Uyuyanlar isimli bir hikaye yazarak kendi makus talihini de değiştireceğine inanmaktadır. Ayyıldız Apartmanı bir süredir çok mutsuzdur. Sakinleri giderek daha kalitesiz insanlardan oluşmakta , zamanında bu semtin en saygın apartmanlarından biri olduğunu hatırlayıp , bugün geldiği duruma daha fazla dayanamayacağına kanaat getirmektedir. Apartmanımız kendi kendini yok edemeyeceğine göre sakinlerden birini kullanarak kendi sonunu hazırlamak ister Bu sakin kim olacak , Ayyıldız Apartmanı'nın istediği olacak mı ? Kim bu yedi uyuyanlar , nedir bu yediklerin sırrı? 
Mağara Arkadaşlarını okurken hem bunları öğrenecek hem de Ayfer Tunç'un muazzam kaleminden çıkmış şahane bir öykü okuyacaksınız. 

 
          İkinci öykümüz Ses Tutsağı.  Evinin balkonunda oturarak etraftaki seslere kulak kabartıp kendini unutmaya çalışan bir adam. Başlangıçta kuşların sesi, kedilerin miyavlaması , sokaktan gelen satıcıların sesleri, hadi bilemedin sarhoşun elinden düşen şarap şişesinin kırılması gibi sıradan seslerdir duydukları. Ancak bir gün üst katta küçük oğluyla yaşayan kadın balkona bir sandalye atar ve o sandalyenin balkona çıkış  sesi ile birlikte adam inanılması güç sesler duymaya başlar. Önce kadının iç çekişlerini , ağlayışlarını , sonra zamanla kış gelip balkon kapıları kapanıp sandalyeler içeri alınınca kadının başını yastiga koyarken saçının çıkardığı sesi bile duymaya başlar. Bunlar gerçek midir yoksa adamın hayal gücü oyun  mu oynamaktadır? Bir gün adam çocuğun hasta yatağında ateşler içinde inlediğini ve kadının çaresizce ağladığını duyar. Hemen yukarı çıkar, zili çalar. Bu sesleri uydurup uydurmadığını da  anlamış olacaktır. Kapı açılır mı? Kadın ne der? Hepsi ve daha fazlası Mağara Adamları kitabının ikinci öyküsü Ses Tutsağı'nda.  

      Üçüncü öykümüz Cinnet Bahçeleri. İlk satırlarda Gülayşe Çalışkan çıkıyor karşımıza. Kendisi geçimini evlere temizliğe giderek sağlayan bir kadın. 19 Eylül pazartesi günü de her hafta yaptığı gibi kendine verilen anahtarla açıyor  Suna  ve Müeyyet Eren  çiftinin kapısını.  
İçeri giriyor, evde kötü bir koku dikkatini çekiyor. Kokunun kaynağı yatak odasına doğru gidiyor, yatağın üzerinde evin hanımı Suna'nın cansız bir şekilde yattığını görüyor. Tahmin edeceğiniz üzere çığlıklar atarak kapıya koşuyor ve cinayeti ilk gören olmanın kendisine verdiği yetkiye dayanarak  ortalığı birbirine katıyor. Polisler geliyor ve cinayet zanlısı olduğu sanılan eş Müeyyet Bey'i grantuvalet giyinmiş , pikapta Antonian Dvorak'ın bir plağını dinler vaziyette hiçbirşey  olmamış gibi otururken buluyorlar. Zaten hikayenin buraya kadarını da polis tutanaklarından okur gibi okuyoruz. Bundan sonrası otopsiler , sorgulamalar, katil zanlısı Müeyyet Bey 'i  tanıyan insanların sorgu kayıtları şeklinde devam ediyor.
Şimdi biz Mağara Arkadaşlar'ında yedi rakamına  taktık ya kafayı,  bakın burada da Müeyyet Bey'i farklı yedi kişiden dinliyoruz. Her kişiden sonra biraz daha yakından tanıyoruz ve şaşırıyoruz. Neler anlatıyor bu insanlar Müeyyet bey hakkında? İçi ölmüş bir insan karısını nasıl öldürebilir? Okuyalım da birlikte görelim.

       Meraklısına not: Benim gibi ayrıntılara takılanlara Müeyyet Bey'i odada buldukları anda dinlediği besteciden bir kaç eser  takdim etmekten gurur duyarım. Hangisini dinliyordu acaba :)


 
 
 
 



 
          Bir sonraki öykümüz Gençlik Sabah Çiyidir... Özlediği bir sevgiliyi bekler gibi ölümü bekleyen yaşlı bir adam çıkıyor karşımıza. Hayattan bezmiş ,yaşaması gereken her şeyi yaşadığına  ve artık ebedi huzura kavuşma zamanının geldiğine inanan bir adam. Her gün yaptığı amaçsız ve tatminsiz yürüyüşlerinden birinde apartman komşusu olan yaşlı kadına rastlıyor. Eve kadar birlikte yürüyorlar ve kadın ona bir teklif sunuyor. Laf olsun diye kabul ettiği bu teklif onun ölümü bekleyen haline ihanetinin başlangıcı oluyor. Tam da ölümü isterken ve sona gelindiğini hissederken ölümü istememek , yeniden yaşamı sevmek mümkün olabilir mi acaba ? Bu mümkün olsa da elden ne gelebilir ki ? Beni en çok etkileyen öykü oldu bu. Bu satırları yazarken bile içim hala cız ediyor.

       İki güzel insanın bi kaç dakika da olsa mutlu oldukları bir dans sahnesi var biraz ipucu oldu ama bu güzel tangoyu sizinle paylaşmasam olmazdı ...Gözlerinizi kapatıp o anı hayal edin okuduktan sonra ben öyle yaptım...

 
      Sıradaki öykümüz, Küçükkuyu...
      Bir adam var. Adını bilmiyoruz. Adam gezmelerde tozmalarda hem de sonbaharın başladığı o güzel zamanlarda. Ama bizimki bir mutsuz bir sıkkın. Yerde gökte duramıyor. Birlikte tatile geldikleri arkadaşlarını orada bırakıp topluyor bavulunu biniyor bir otobüse. Nereye gideceği belli değil. Bindiği otobüsün mola verdiği köyü çok beğeniyor bizim eserekli ve orada kalmaya karar veriyor. Sezon bitmiş, pansiyonlar kapanmış , heryer bomboş. Zaten pek seçeneği de yok ama bir otel kestirip gözüne , oraya yerleşiyor. Bu köyde herkes bir garip özellikle de kahveci. "Hep öyle olur, hep öyle derler" deyip duruyor. Yerleştiği  otelde bir kız görüyor bizimki ve mutsuzluk falan kalmıyor. Bir heyecanlanıyor bir ilgisini çekiyor kız bunun. Bir de Orhan Abi var köyde sanırsınız ki köyün gevezesi. Sonra işte Orhan Abi'yle bizimki tanışıyor amannn  neler oluyor neler neler.Tabi yine kendiniz okuyup öğreneceksiniz.Hep öyle oluyor ya. Ay bak ben de kahveci gibi konuşmaya başladım. 😊😊

          Bir sonraki öykü, Siz ve Şakalarınız
         Artık Ayfer Tunç öykülerinin yalnız mutsuz karakterlerine  çok alıştık değil mi? Bu öyküde de emekli bir öğretmen teyzecik var. Huzurevine getirildiğini anlıyoruz daha ilk satırlardan. Bir huzurevinin atmosferi çok güzel anlatılmış.  Emekli öğretmen teyzemizin huzurevinde edindiği arkadaşlarını tanıyoruz sonra... Yalnızlığına deva olan Peri'yi mesela. Ama bir Samim Bey var. Gelişi de gidişi de şaka gibi. İşte bu öyküde  teyzemizin ağzından Peri'yi  ve Samim Bey'i dinliyoruz oya gibi bir anlatımla.Allah kimseyi yalnız bırakmasın diye de ekliyoruz bitince.

 

              Sıradaki öykümüz Ayfer Tunç'un modern ve anlaşılır diline alışmış biz Ayfer Tunç okurlarını  ilk cümleden itibaren bayağı bir şaşırtıyor. Öykünün adı Alafranga İhtiyar olunca bu eski lisanı kullanan kişinin yaşlı bir adam olduğunu sanıyor ancak kendisinin de dediği gibi 30 yaşında genç bir makine mühendisi olabileceğine ihtimal vermiyoruz. Öykümüzün kahramanı bir gazete yazarı. Yolu aşktan geçen bir tesadüf  sonucu yaşlı bir amcayı olmasını beklemediği  bir yerde görüyor. Bu adam ve bu mekan ne alaka deyip meraklanıyor ve adamı takip ediyor. Öykümüz bu takibi ve takip sonucunda ulaşılan  yaşlı amcanın hazin hayat hikayesini anlatıyor bize. Okurken sıkça sözlüğe bakma ihtiyacı hissettiğim bu öyküye siz de benim gibi bayılacaksınız. 




 
 
           Son öykümüz Ara Renkler Grubu.Üç güzel renk ve üç güzel minik öyküyle sonlanıyor kitabımız. 
          Camgöbeği'nde  belediye tarafından istimlak edilen bir sahil şeridinde, yine belediye tarafından doldurulan bir denizin kenarındaki pansiyon sahibinin isyanını okuyoruz.
          Gülkurusu'nda kimsenin yanında oturmasını istemeyeceği bir yol arkadaşı çıkıyor karşımıza. Nefes bile almadan konuşuyor yol boyu ve zavallı yol arkadaşını o otobüse bindiğine bineceğine  pişman ediyor. Ne mi anlatıyor bu kadar çok? Vallahi takip etmek güç , sattığı penye iç çamaşırlarını, eski pazen donları, kartvizitindeki fontun yanlış okunan harfini 😂😂Ben onun anlatım hızına yetişemedim. Siz kendiniz okuduğunuzda abartmadığımı göreceksiniz. 
         Limonküfü  kısacık bir öykü ama insanı çooook derinlere götürüyor. Sevdiği ölen bir adamın sevdiğinin ardından yaşarken ölüşünü anlatıyor yine içimize işleyen cümlelerle.Kaç yıl oldu biz öleli sevgilim ? diyo ya vallahi  insanın içi  gidiyor.



      Bu arada Ayfer Tunç'un blogumda yazdığım kitaplarına götürebilirim  şimdi sizi. Biz de hizmette sınır yok :)..İsterseniz hadi tıklayın gari.... 

Kapak Kızı

Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi

Aziz Bey Hadisesi

Taş Kağıt Makas

Kırmızı Azap


            Okudukça Ayfer Tunç bağımlısı oluyo insan ben şimdi yine bir Ayfer Tunç kitabına başlayacağım dermişiiimmmm. Evet aslında yakın zamanda Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek'i okuyacağım. Ama araya biraz farklı kalemler sokma zamanıdır. Bir sonraki  yazıma kadar esen kalın Hoşçakalın. 

Kırmızı Azap

24 Eylül 2015 Perşembe

| | | 0 yorum






   



                    Biz kitap sevenler gerçekten kitaplarımızı bir başka severiz. Her kitapsever kendince izler bırakır okuduğu kitaplara. Ben de kitaplarımı alır almaz kitabın adının yazılı olduğu iç  sayfaya aldığım tarihi atar ve nereden aldığımı yazarım. Bir de artık bir mühürüm var Özlem'in Kitabı yazıyor. Onu  basıyorum tarih attığım sayfaya. Kırmızı Azap'ı 14.10.2014'te almışım. Peki neden bu zamana kadar okumadım?Nerede okudum hatırlamıyorum ama Aziz Bey Hadisesi , Taş Kağıt Makas ve sonra Kırmızı Azap okunmalı diyordu yazı. Öykülerinin bütünlüğü açısından bu sıra izlenmeli diyordu. Aziz Bey Hadisesi'ni  okudum. Ancak bir önceki blog yazımda anlattığım gibi Taş Kağıt Makas'ı  bir türlü bulamadığım için Kırmızı Azap'ı  erteledim durdum. Şimdi nihayet Taş Kağıt Makas  okunduğuna göre gönül rahatlığıyla okuyabilirdim  Kırmızı Azap'ı . 

Kırmızı Azap yine öykülerin toplandığı bir kitap. 
Kadın Hikayeleri Yüzünden 
 Soğuk Geçen  Bir Kış 
 Kar  Yolcusu 
Mikail'in Kalbi Durdu 
Kırmızı Azap 
Kaybetme Korkusu 
 Taş Kağıt Makas 
Fehime 
Yük ,  bu kitaptaki öyküler. 
           Aslında ben bunca zaman boşuna beklemişim okumak için Kırmızı Azap'ı. Eğer  Taş Kağıt Makas'ı bulamamış ve okuyamamış olsaydım bu kitabı okurken kitaptaki tüm öyküleri okumuş olacaktım.Kaybetme Korkusu , Taş Kağıt Makas ,Fehime , Suzan Defter , Taş Kağıt Makas'taki öyküler. Bunca şeyi Şundan anlattım size. Siz de benim gibi illa Taş Kağıt Makas bulacağım diye uğraşmayın. Kırmızı Azap ve tek başına Suzan Defter aradaki açığı kapatıyor. 

         Şimdi gelelim ilk öykümüze, Kadın Hikayeleri Yüzünden, adından da belli olduğu üzere dinlediği kadın hikayeleri yüzünden kendisinin de bir kadın hikayesi olması gerektiğini düşünen ve sırf bu yüzden saçma sapan işler yapan ve sonunda bu aptallığının bedelini çok ağır ödeyen bir adamın öyküsü. Okurken çok kızacak bazen acıyacaksınız ona. 
       İkinci öykümüz ,Soğuk Geçen Bir Kış. Eski, bitmiş tükenmiş kocaman bir evde çok üşürken buluyoruz Semavi Bey'i.  Hem soğuktan üşüyor hem yalnızlıktan. Önce anlattıklarına bakarak fakir beş parasız bir düşkün sanıyoruz  onu , ama sonra zamanında variyetli ancak çok despot bir babanın tek oğlu olduğunu öğreniyoruz ve merak ediyoruz şimdiki durumuna nasıl geldiğini. Bir şey daha çok merak ediyoruz. Semavi Bey ateşe bakamıyor ve bu yüzden soba bile yakamadığı için bu koca evde her kış soğuk bir yandan yalnızlık bir yandan günden güne eriyor. Meraklanıyoruz ateşten neden bu kadar korkuyor diye. Satır aralarında ipuçları arıyoruz. Buluyoruz da kondurmak istemiyoruz. Öyle gerçek bir anlatımı var ki öykünün Semavi Bey üşürken biz de üşüyoruz o ısınırken biz de ısınıyoruz. Ve nihayet bir göbek taşında geçmişiyle yüzleşiyor gibi olan biteni anlatıyor bize Semavi  Bey ve o an işte hüzünleniyoruz ve öyküye de Semavi Bey'e de veda ediyoruz.Yalnızlığın çok güzel anlatıldığı nefis bir öykü. 

     Sıkı durun üçüncü öykümüz Kar Yolcusu sizi bir hayli üşütecek. Dağların ortasında kuş uçmaz kervan geçmez bir mecrada kışın tüm ağırlığı ile kendini hissettirdiği günlerde yalnız hem de ölesiye yalnız bir adam çıkıyor karşımıza Eşber... Eşber tren raylarının makaslarını değiştiren bir makas görevlisi. Her sabah kalkıp gittiği bir makas kulübesi ve gece döndüğü bir lojmanı var. Etrafındaki kör edici beyazlık onu delirtmek üzereyken trenden atlayarak ölümden kurtulan Fidan girer bir gün hayatına mavi paltosuyla. Fidan kaçmaktadır. Peşinde kötü adamlar vardır. Bir süre Eşber'in yanında saklanması gerektiğine karar verir. Dağların arasında , karlar  altında bir evde yalnız mutsuz bir adam ve ölümden kaçan bir kadın. Neler olacak sonra okuyun ve öğrenin. Hep diyorum ya ben kitap özeti yazan bir blogger değilim. Benim amacım ne okuyacağım diyenlere fikir vermek, merak etmelerini ve okumalarını sağlamak. Eşber ve Fidan'ı merak edenler bu kitabı alıp okusunlar istiyorum. 




         Dördüncü öykümüz, Mikail'in Kalbi Durdu... Bir kadın iki adam hikayesi bu. Kadın adamlardan birini sever , diğerini silmiştir. Silinen adam kadına tutkun. Sevilen adamın umrunda bile değil oysa kadın. O rahat edeceği bir evde beleşe yaşamanın derdinde. Silinen adam kadının kapısına dayanıyor , kadın kapıyı açmıyor. Sevilen adam kapıyı çalan kim diye bakınca camdan silinen adamla göz göze geliyor. Silinen adam sevilen adama kızgın , ondan dolayı silindiğini sanıyor. Düşman belliyor onu , takip ediyor , korkutmaya çalışıyor. Ancak silinen adam bir şanssız blr bahtsız , yaptığı her hamle kendini küçük düşürmekten başka blr işe yaramıyor. Oysa sevilen adam,silinen adam onu tam kalbinden bıçaklasın ve bu anlamsız hayattan kurtarsın istiyor... Bi dakika ya !!! Bu nasıl bir anlatım , bu ne gizem. Bu kadın kim ? Kim bu adamlar? Mikail hangisi ? Mikail'in kalbi neden duruyor ? Eee zaten bundan önceki öykü yorumlarımı okurken çok merak ettiniz ve okumaya karar verdiniz ya az önce bu kitabı. Iste bu öykünün gizemini de okurken çözeceksiniz zaten di mi ? 😉 Ne fenayım ben yaaaa 😊 Valla hepsi siz okuyun diye.

             Kırmızı Azap sıradaki öykümüz...Bu güne kadar okuduğum en ilginç öykü diyebilirim size rahatlıkla.Çünkü öykümüzün kahramanları henüz yazılmamış bir öykünün yazarın kafasında şekillendirmeye çalıştığı hayal ürünü tipler.Yazar kafasında üç karakter canlandırıyor.Noter , delikanlı ve bize  bu öyküyü anlatan kız.Bir de Eskici var yazarın kafasında yaşayan, henüz hiç bir öyküyle canlanamayan enteresan bir tip o da. Yazarın kafasında canlandırdığı tipler dünyasında oldukça saygın, sözü geçen sevilen ,sayılan biri...Hiç tahmin eder misiniz bu garip dünyada da karakterler arasında çekişmeler,rekabetler yaşanıyo olabileceğini.Öykünün ana karakteri olmak adına yapılan yanaşmalar, yalakalıklar  olduğunu. Kurgusu ve karakterleri açısından acayip enteresan ayrıca finali ile de şaşırtan nefis bir öykü Kırmızı Azap...

           Sonraki üç öykü Taş Kağıt Makas kitabında da olduğu için onları burada bir kez daha anlatmayıp sizi oraya ışınlayacağım. Hazırsanız ışınlanmak için tıklayınız...

          Yük, kitabımızın son öyküsü. Cumhuriyet tarihinin en kanlı sayfalarından biri ile ilgili belgesel yapan iki belgesel yapımcısı, bu katliamda büyük rol oynayan babası ile ilgili sorular sormak için Neyyire Hanım'dan randevu alırlar. Randevuyu Neyyire Hanım'ın kızı Serap Hanım'dan alırlar ve elbette randevuyu alırken dedesinin  şeref madalyası almış canını vatanı uğruna harcamış bir vatansever olduğunu vurgulayacak bir belgesel yapmak niyetinde olduklarını söylerler. Oysa durum çok farklıdır. Bu katliamın fotoğraf kanatları vardır ellerinde. Neyyire  Hanım'ı bu konuda konuşturmaktır niyetleri. Direk konuya girmez ve eskilerden aile hayatlarından sorular sorarak ortamı yumuşatmaya çalışırlar.  Sohbet şahane  gitmektedir ta ki  Neyyire Hanım'a annesini sorana kadar.  Nehire Hanım yıllarca herkesten saklanan, kızının bile bilmediği bir sırrı rahatça söyler ne olursa olsun  edası ile çünkü yıllardır içinde sakladığı bu sır omuzlarında yük olmuştur. Bu yükü indirip omuzlarından bağırır"Artık ölebilirim." Sır ne mi? Okuyunca öğreneceksiniz ya... 😉😊


 Ben Ayfer Tunç kitaplarından okumaya devam ediyorum...Sıradaki kitabım neymiş acaba :) takipte kalın birlikte okuyalım...Sevgilerle ,kitap dolu günleriniz olsun ...



Mutlu Bayramlar

| | | 0 yorum


 
 
 
                Nerde o eski bayramlar diye diye biz bu hale getirmedik mi bayramları ? Nerde o eski bayramlar demekten başka ne yaptık?

               Oysa bayramların eskisi gibi olması bizim elimizde. Heyecanla yapılan bayram temizlikleri , hazırlanan bereketli bayram yemekleri , bayramlık elbiseler , ayakkabılar , çocukları mutlu etmek için minik hediyeler, eşe dosta samimiyetle yapılan bayram ziyaretleri , uzaktakilere atılan güzel dilekli bayram mesajları  yeter de artar bile.

               Büyüklere saygıyı , küçüklere sevgiyi , insanca duyguları  eksik etmeden yüreklerden hele bi de sağlıkla geçirilen her gün bayram aslında demeyi de ihmal etmeden eskisi gibi bayramlar geçirmek bizim elimizde. Haydi hemen şimdi sevdiklerimizle bayramlaşalım. Günümüze anlam katalım.

            Gönlümüzde huzur , yüzümüzde gülücük , soframızda bereket , ülkemizde barış , kardeşlik eksik olmasın. Mutlu , Neşeli  nice bayramlar diliyor , büyülerin ellerinden , küçüklerin gözlerinden öpüyorum.
 
 
 
 



 
 

















Taş Kağıt Makas

20 Eylül 2015 Pazar

| | | 2 yorum




                  Ayfer Tunç'u çok severim. Neredeyse tüm kitaplarını okudum. Okumadığım birkaç kitabı da okunacaklar  listemde. Taş Kağıt Makas benim için başka bir özel şundan ötürü. Ayfer Tunç kitapları koleksiyonumu tamamlamak niyetiyle bu kitabı almak istediğimde nereye, kime sorsam olmadığını söyledi bana. Belki onlarca sahafa sordum ,arkadaşlarım vasıtasıyla sordurdum. Yok yok yok... Bir gün okulda öğretmen arkadaşım Şengül Hanım oğlu ile telefon konuşması yaparken oğlunun Beyazıt'ta sahaflarda olduğunu duydum. Bir ümit ona da kitabın adını verdik. Sağ olsun aradı soruşturdu ama maalesef orada da bulamadık. Artık ümidini kaybetmişken bir gün Şengül Hanım yanıma geldi ve bana güzel haberi verdi. Sağ olsun duyarlılık göstererek eşi de gittiği sahaflarda soruşturmuş benim için ve nihayet Kadıköy'de bir sahafta bulmuş. Nasıl sevindim inanın çocuklar gibi zıpladım. Birkaç gün sonra Taş Kağıt Makas elimdeydi. Bu vesileyle hem Şengül Hanım'a hem oğluna hem de eşine çok çok çok teşekkür ediyorum.



                                                   



                  Taş Kağıt Makas Ayfer Tunç'un öykü kitaplarından biri. İçinde Kaybetme Korkusu ,Taş Kağıt Makas ,Fehime ve Suzan Defter öyküleri var.
 
                 Kaybetme Korkusu, iki yaşında annesinin bağıra bağıra öldüğünü duyan Süsen'in babasına fazlaca bağlanmasını ve buna bağlı olarak gelişen olayları anlatıyor. Küçük kız babası onu kucağından bıraktığı anda nefes almayı bırakıp mosmor oluyor. Küçük bir çocukken normal gibi görünen bu davranış kız büyüyüp evlenme çağına geldiğinde bile devam edince garip karşılanmaya başlıyor etraf tarafından. Babası işini yapamaz hale geliyor emekliye ayrılıyor. O sırada genç bir ziraat mühendisi oğlan giriyor hayatlarına ve kız babasının elini bırakıp mühendisin koluna giriyor ve evlenip gidiyor. Hadi varın da bundan sonrasını siz okuyun. Can yakan bir öykü olduğunu belirtip diğer öyküye geçeyim. 



               Taş Kağıt Makas kitaba da adını veren şaak diye yüzümüze tokat atan Ayfer Tunç'un alışılagelmiş sıra dışı öykülerinden biri. Bu öyküde birbirini çok seven bir karı kocanın bir gün oyun olsun diye başlattıkları çocuk gibi konuşma halini fazla ciddiye alıp hayatlarını mahvetmesi anlatılıyor. Önce kadın kocasıyla minik bir kız çocuğunu taklit ederek konuşuyor. Canları bir kız çocuk çektiğinde kadın hemen o role bürünüyor. Sonra bir de erkek çocuk istiyorlar ve adam bir erkek  çocuğunu taklit ederek konuşmaya başlıyor. Giderek abartıyorlar bu oyunu ve sonunda adam kızı ile birlikte oluyor hissine kapıldığı için karısıyla sevişmemeye başlıyor. Derken adam sırf içine girdikleri  bu ortamdan kurtulmak için başka kadınlarla birlikte olmaya başlıyor. Ancak karısıyla çok kavga edipte evden çıktığı bir gece.... Aaaaaaa neredeyse en önemli kısmını söylüyordum. Tamam hemen sustum. Gerisini merak edin ve okuyun. Sarsıcı ve sıradışı bir Ayfer Tunç öyküsü işte.



             Sıradaki öykümüz Fehime. Fehime'yi okumaya başlarken önce  bir dumur vaziyeti vuku buluyor. Büyük harf yok. Nokta , virgül yada başka bir noktalama işareti de yok. Arka arkaya sıralanmış cümleler var. Okurken acayip geveze bir kadın  ya da adam karşınıza geçmiş ve başınızı şişire şişire bir şeyler anlatıyor gibi hissediyorsunuz. Hani olur ya "ben ona gelme dedim o bana geleceğim dedi, geldi ama sen bana gelme demiştin zaten ben anlamadım neden geldim dedi bla bla bla bla bla "diye nefes almadan konuşan bir kadın yada adam düşünen öyle işte. Okumaya başladığınızda önce bu noktalama işaretsiz cümleleri garipsiyor ancak birkaç satır sonra kendinizi Fehime'nin anlatımına kaptırıp  imlayı bir kenara koyup olaya dalış yapıyorsunuz.
          Teyzesi Fehime'yi ertesi gün  gelecek gemideki turistlere kitap satmak üzere Kuşadası'na gitmeye ikna ediyor. Fehime'nin erkek kardeşi de onlarla gelmek istiyor. Ertesi gün Fehime erkek kardeşi ve teyzesi Kuşadası'na gidiyorlar. Teyze otobüste de onları takip eden bir adamla kayıplara karışıyor sonra. Fehime ve Tahir kitap satmak ümidiyle bindikleri gemide para için kendini ,insanlığını satmış bir kendini bilmezin  de yardımıyla bir pedafolinin eline düşüyorlar. Adam bu iki yavruyu gemideki odasına kilitliyor. Tahir'e tecavüz ediyor. Fehime'yi taciz ederek bacaklarında sigara söndürmeye varan işkenceler yapıyor. Hikayenin devamını siz okuyun diye burada kesiyorum ama okurken nasıl içim şişti anlatamam size. İnsanoğlu nasıl bir yaratık ki her türlü pislik yine ondan çıkıyor. Akıl alacak gibi değil. Fehime ve Tahir bizim önümüze konan ve hikayenin sonunu düşünecek olursak nispeten şanslı iki yavrucak. Duymadığımız, bilmediğimiz, duyurulmayan nice vakalar vardır bunun gibi. Maruz kaldıkları tacizleri  utandığı korktuğu için söyleyemeyen çocuklar yine korktuğu için yapılanlara boyun eğenler. Allah ıslah etsin ne diyeyim !!!



kaynak : onedio.com



           Bize düşen görev ebeveyn olarak çocuklarımıza bu konuda gereken şeyleri öğretmek. Ürkütmeden ,korkutmadan ,hayattan soğutmadan temel kavramları anlatmak. Daha önce blogumda yazdığım Kırmızı Başlıklı Kız Ağlıyor isimli kitap yorumumu burada yeniden hatırlatmak isterim. Vakit ayırıp okursanız çocuklarımıza öğretmemiz gereken iç çamaşırı kurallarını orada ayrıntılı olarak anlatmıştım. Son olarak bu öyküyle ilgili söylemek istediğim ezber bozan kalemi ile Ayfer Tunç yine farkını göstermiş ve sekiz sayfada kimsenin kolay beceremeyeceği bir yalınlıkla konuya dikkat çekmeyi başarmış.



                Kitaptaki son öykü Suzan Defter. Suzan Defter'i yıllar önce tek öykü olarak basılmış haliyle okumuştum. Bu öyküyü okumaya başlayan herkes gibi ben de ilk sayfadan sonra diğer sayfaya geçip de cümle devam etmeyince yanlış basıldığını sandım. O şaşkınlıkla kitabı kurcalayınca öykünün günlük şeklinde yazıldığını, aynı tarihlerde farklı iki kişinin günlüklerine yazdıkları yazılar olduğunu anladım. Yeni okumaya başlarken herkesin düşündüğü gibi ben de önce bir günlüğü sonra diğer günlüğü okumayı düşündüm ama sonra Ayfer Tunç böyle yazdıysa vardır bir hikmeti deyip sıradan okumaya devam ettim.
              Bu kez Taş Kağıt Makas kitabında yine Suzan Defter öyküsü ile karşılaşınca ilk başta düşündüğüm şeyi yaptım ve önce yalnızlıktan bunalan evini satmak için ilan veren ancak sadece arayan bayanları kabul ederek aslında yalnızlığını paylaşacak bir arkadaş arayan  Ekmel Bey'in yazdıklarını okudum. Sonra da abisi ve abisinin sevgilisi Suzan arasında sıkışıp kalmış Derya'nın günlüğünü okudum.
          Nasıl okursanız okuyun Ayfer Tunç'un harika kalemi ile lezzetlenen bu öyküden çok zevk olacağınıza eminim. Bu iki samimi günlüğü okurken eğer benim bu kez yaptığım gibi önce soldaki  sayfaları bitirip sonra sağdaki sayfaları okursanız Derya'nın günlüğünü okurken acayip şaşıracaksınız. Ben şaşırmak istiyorum diyenler için ciddi ciddi okuma önerisidir bu. Ne var bu günlüklerde derseniz iki yalnız insan, bi sürü zayi olmuş hayat, yaşanmışlıklar, yaşanamayanlar, pişmanlıklar, anlar, ve bu iki insanın birbirlerinin yalnızlıklarında kendilerini bulma çabası.

             Ben şimdi yeni bir Ayfer Tunç kitabına yelken açarken hadi siz de edinin Taş Kağıt Makas'ı ve okumaya başlayın...
     

    Pi

    18 Eylül 2015 Cuma

    | | | 0 yorum
      
     
    "Şimdi itiraf zamanı!
    İtiraf ediyorum: Sana tuzaklar kurdum. Adlarını Fi ve Çi koydum.
    Can Manayın Duruya duyduğu açlıkla çıkardım seni yola,
    Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını Denizle anlatmaya çalıştım sana…
    Beni takip etmen için yolumuzu onların hikâyeleriyle süsledim.
    Anlamları da hemen hemen her satıra gizledim.
    Çünkü Pideydi asıl anlatmak istediklerim.
    Çaresizdim.
     Vazgeçemezdim.
    Sana bu manzarayı mutlaka göstermeliydim.
    Seninle nihayet burada buluşmak için çok emek verdim.
    Şimdi yine gel benimle, birlikte yürümeye devam edelim.
    Savaşların savaşılarak kazanılamayacağını, asıl zaferin ancak doğrudan ayrılmayınca kazanıldığını Özge anlatsın sana,
    Yaptığımız her şeyin evrende dönüp dolaşıp bize nasıl geri geldiğini Candan dinle,
    Analiz edebildiğimiz kadar güçlü, sadeliğimiz kadar güzel, gerçekliğimizdeki samimiyet kadar eşsiz olduğumuzu Bilgede gör,
    Kendi değerini başkalarının gözünden biçenlerin acısını Duruyla anla,
    Ve Denizin düşüncelerinde tanış geleceğin insanıyla…
    Gel benimle.
    Yolumuz uzun değil,
    Nihayet sana gidiyoruz, bana…
    BİZe."
     
                   Biz var ya biz , hani Fi ve Çi'yi bayılarak okuyanlar ve Pi'yi aylarca bekleyenler. İşte onlar BİZ'iz. Ne bekledik ama ne güzel bekledik di mi ? Şşşşşşşş bu kitabı  anlatmaya böyle başlayamam. Biraz ciddi olmalıyım zira üçlemenin beni en çok kendime getiren kitabı Pi. Piyasaya ilk çıktığı gün almış olmakla da gurur duyuyorum tabi  ama onca beklemeden sonra elimdeki Orhan Pamuk Kitabının Sakız gibi uzadığını , Pi'yi taaaa  Kuşadalarına kadar götürüp kapağını bile açmadan geri getirdiğimi falan anlatmayacağım tabii ki size yani en azından şimdilik.



                Hadi artık başlayalım Pi'yi anlatmaya. Pi serinin son kitabı olduğu bilindiğinden midir nedir bilmem ama kafamdaki tüm soru işaretlerine cevap verecek sanıyordum ben. Ha olayların akışı giriş gelişme sonuç bazında bakarsanız evet hepsi bir yere bağlandı ama ben kaldım kafamda deli sorularla.
             Yanlış anlaşılmasın bu yazarın konuyu bağlayamaması  olayları sonuca ulaştıramaması değil. Pi, Fi ve Çi'den çok daha fazla şey öğretti bana. İlk iki kitaptan da tanıdığınız karakterler ki özellikle Bilge Özge ve Deniz coştu ressmen coştu. Benim beklentilerim de bu yöndeydi zaten. Bol Bilge olsun istiyordum da Bilge olmadı be yavrum. O Ali'ye neden yaptın bunu? Ha neden ? Hangi kafayla ki senin gibi akıllı bir kadın !!! Ne mi yaptı Ali'ye? Eeeeee okuyacaksınız ya o zamana kadar merak edin bakalım. Bak bir deli soru işte, Bilge bu kadar akıllı bir kadınken hadi Ali olmasa anlarım da Ali varken bunu neden yapar?
             Sonra bir şaşkın kızımız daha var. Özge...Bakmayın şaşkın dediğime ben ona Sadık yüzünden kızıyorum. Ya insan bu kadar mı kasar kendini bu kadar mı kontrollü olur. Pes yani dedirtiyor ve hani okurken "Kızım üç günlük dünya... Bir daha mı geleceksin dünyaya? Bak Sadık da çok değişti eski Sadık değil artık" diyesi geliyor insanın . Ama Özge öyle sağlam bir karakter ki onun ne yaptığını bilir halleri bu cümleleri kurmamıza engel oluyor. Kız haklı beyler konu kapandı  :) Bununla ilgili son bir şey daha. Özge için dertlenmeyen sakın okurken, zira sonunda onu da bizi nefis bir sürpriz bekliyor.
                 Şimdi bu yazıyı yazarken tüm karakterlerin başına neler geleceğinin ipuçlarını verip aslında sizi iyice meraklandırabilirim. Ama yapmayacağımı bunu. Ya da birazdan yapabilirim belki çokta söz vermeyeyim de:)
     




                 
                   Şimdi ciddi ciddi bir şey anlatacağım size. Sakın okumaktan vazgeçmeyin mevzu önemli. Bu kitabı okurken algıda seçicilik mekanizmam bu yönde çalıştı birazdan anlatacağım şeylerden ötürü. Doğru'yu biliyorsunuz.Bildiğinizi varsayıyorum çünkü Fi ve Çi'yi okumamış olsanız merak edip bu yorumu okuyor olmazdınız. Ne İkisini de okumadan mı buraya zıpladınız!!! Ama olmaz ki bebişim !!! çıkın çıkın kapatın hemen sayfayı. Sakın sakın devam etmeyin ,hemen koşun önce Fi'yi alın okuyun sonra Çi'yi alın okuyun ondan sonra tekrar buraya dönersiniz. Şimdi okumuş olanlar için devam edelim.
                 Doğru bildiğiniz gibi Bilge'nin otistik abisi. Pi'de bir otistik  çocuk daha çıkıyor karşımıza Ali vasıtasıyla. ( Bu arada ah Ali ahhhhh ) Onur bir çiftlikte yaşıyor. Ali Bilge'den Onur için yardım istiyor. Bilge Onur'a yardım ederken Doğru'ya hayatının güzelliğini yapıyor. İnsanın kendi özelliklerini başkasında görmesi davranışları ile yüzleşmesi kendini bilmeye giden yolun kapısıdır diyor Azra Kohen. Onur da Doğru da kendi kapılarını buluyorlar çiftlikte. Azra Kohen bu iki karakter sayesinde otizme bir kez daha dikkat çekmiş.
                Otistik bir öğrencim olunca ve onunla dört yıl geçirince çok fazla şey öğrendim otizm hakkında. Otistik çocukların ailelerinin bu düzensizliği kabul etmelerinin önemini ben yaşadım , gördüm. Hadi ufacık bir parantez açıp biraz bu öğrencimden bahsedeyim size belki kılavuz belki umut olur diye Adını söylemeyeceğim ,birinci sınıf aldığımda bundan beş yıl önce , uyum haftasında hatta sonraki birkaç hafta gelmedi yada getirilmedi okula. öğrencim Getirilmemiş olma ihtimali yüksek çünkü aile çocukları yedi yaşına gelene kadar onu kendi küçük dünyalarında, yaptığı her farklı davranışa bir bahane bularak neredeyse saklayarak geçirmişler onca yılı. Öğrencim üç yaşında okumayı öğrenmiş. Sonraki yıllarda yazmaya geçmiş. Okula geldiği gün benimle göz teması kurmamasından dolayı bir şeyler olduğundan şüphelendim ve izlemeye aldım hem öğrencimi hem de ailesini. Öğrencim her an hırçınlaşabilen , kendisinden ben diye değil de adını söyleyerek bahseden , birinin elindeki minik bir objeye takılarak tüm okul günü boyunca onu isteyen( bunun gidip istediği objenin sahibi arkadaşının tepesinde dikilerek yapıyordu ) bir kız çocuğuydu. Gözlerimin içine hiç bakmıyor ama ben ona güzel bir şey söylediğinde muhteşem bir tebessüm beliriyordu yüzünde.
                 Aile (burada aileden kastım sadece anne ve üç yaş büyük ablasını kastediyorum çünkü baba ve abi ile tüm çabalarıma rağmen tanışmayı başaramadım dört yıl boyunca ) inanılmaz tedirgindi. Anne sürekli bana öğrencimin küçük yaşta okuyup yazdığını çok zeki olduğunu anlatan cümleler kuruyordu her fırsatta. Çocuklarındaki farklılığı gören anne babalar hemen "ama çok zeki bir çocuk"  diye korumaya alırlar yavrularını. Hep üstün , yaşıtlarından ilerde olan yönlerini söylerler. Hele okula başladığında çocukları karşılarındaki kişi "ki bu çoğunlukla öğretmen olur "çocuğundaki farkı anlayacak ve yıllardır sakladıkları görmezden geldikleri problem su yüzüne çıkacak ve gerçeklerle yüzleşecekler diye çok korkarlar. Öncelikle onun canını yakmak istemediğimi elimden geldiğince yardımcı olmaya çalıştığım anlattım.
            İkimiz de anneydik ve benim kızına yardım etmek istediğimi anladı hemen. "Tamam öğretmen hanım ne lazımsa yapalım" dedi. Öncelikle okulumuzun rehberlik servisine yönlendirdim öğrencimi. Rehber öğretmenimiz de öğrencimle birkaç görüşme yaptıktan sonra kesin tanıyı koymasa bile benim gibi otizmden şüphelendi. Bundan sonrası zorlu bir süreçti. Öğrencimi bu işi profesyonelce yapan bir sağlık kurumuna yönlendirmem ve tedavi sürecinden önce kesin tanıyı koydurmamız gerekiyordu. Ancak ilk engelle işte tam da bu aşamada karşılaştık. Anneyi yapılması gerekenler hakkında bilgilendirip baba ile görüşüp bize bilgi vermesini istedik. Ve ertesi gün babadan bana gelen notta "Hocanım benim kızım sınıfta size problem yaratıyorsa hemen alayım okuldan, ama ben çocuğumu hastanelere götürüp beynini kurcalatmam. " yazıyordu. Böylelikle öğrendim ki daha önce bir yakınlarının çocuğu hastanede yapılması gereken bir test esnasında uyutulmuş ve uyandığında bir daha eski haline geri dönmemiş. Öğrencimin ailesi uykuda yapılması gereken bu testin yapılmasına şiddetle karşı çıkıyorlardı. Elbette onları bu konuda zorlayamazdım. Bu aşamada ailenin desteğini kaybettiğimi kabul etmek ve kendi başıma neler yapabileceğimi araştırmaktan başka çarem kalmamıştı. Otizme ilgili bi çok kaynak karıştırdım. Eğitimi için neler yapabileceğimi bulmaya çalıştım. Ha bu arada dört yılın sonunda öğrencimde inanılmaz bir gelişme oldu , artık ben diyen cümleler kuruyor, gözlerimin içine bakarak kendini ifade ediyor , izinsiz kimsenin eşyasını  almıyor , arkadaşları tarafından çok seviliyor hatta sınıfın gözdesi olma yolunda hızlı adımlarla ilerliyordu.
                  Bunu nasıl mı başardım?Elbette okuduklarım araştırmalarımdan öğrendiklerim de çok faydalı oldu ama bana kalırsa öğrencimi gerçekten yürekten çok sevmiş olmanın da etkisi kocaman hatta çok kocaman. Öyle sevdik ki birbirimizi o benim uyardığım davranışları konusunda hep dikkatli oldu beni hiç üzmedi. Ben de onun farklılığına rağmen arkadaşları gibi bir çocuk olduğunu düşünerek yaklaştım hep ona. Anneyi otizm teşhisi konmuş bir başka çocuğun ailesi ile bir araya getirip , yaşadıkları süreci anlattırdım onlara. Korkmasına gerek olmadığını söyledim. Yapacaksın , başaracaksın dedim. Gerçekten yaptı , başardı. Dört yıl sonunda annesi "biz mezun olmak istemiyoruz. Seninle devam etse kızım" dedi. Bu elbette mümkün değildi ama kızım şimdi yoluna daha sağlam adımlarla devam ediyor. Ben elinden geleni yapmış olmanın verdiği huzur şimdi o öğrencimi hep sevgi ile hatırlıyorum. Umarım ben de onun hayatında unutamayacağı insanlardan biri olmuşumdur. 



                       Otizm hakkında daha çok şey bilmek istiyorsanız hemen buraya tıklayın.
     
     

                Bu arada Pi sayısını hepimiz biliriz de Pi nedir diye daha
    ayrıntılı bilgi ya da bildiklerini hatırlamak isteyenler buraya tıklayabilirler.


     
     
     

                    Azra Kohen bize vermek istediklerini öyle güzel kamufle etmiş ki karakterlerin diyaloglarında satır aralarına ,bir  lise öğrencisi konuşurken bile "vay vay vayyyy hakikaten öyle yawww" diyerek yeni kazanımlar ediniyorsunuz. Öyle sıkıcı kişisel gelişim kitapları gibi değil ama bildiğin geliştiriyor insanı alttan alttan hiç ama hiç hissettirmeden.
     
     
                Kitabın beni çok mutlu eden bir diğer yönü karakterin ruh halini temsil eden bir müzik parçasının bize öneriyor olması. Önce önerildikçe açıp dinledim okurken. Sonra tüm Pi müziklerini bir arada buldum ve kitabı ne zaman elime alsam bu müzikler hep çaldı arka fonda. Hizmette sınır yok bizde. Buyrun size tü Pi müzikleri  bir arada. Bu kıyağımı da unutmayın.




               
               Pi'yi biraz daha merak etmenizi sağlayacak bir kaç video var izlemenizi istediğim...
     
     
     
     
     
     
            





     
     
                    Bi sürü şok şok şok var bu kitapta. Hayatta ipucu vermem hadi merak edin de okuyun bakalım. Bak mesela ben şimdi 2016 da çıkması muhtemel olan Eden'i beklemeye başladım bile.Eden de ne mi? hala kitabı okumaya karar vermediniz mi vallahi pes :))))))



     





     
     

    Kafamda Bir Tuhaflık

    6 Eylül 2015 Pazar

    | | | 1 yorum




                           Bu gece yazmalıyım. Kitabım bitti. Blog yorum bekler. Ancak ben bu kitaptan sonra ne yazacağımı hiç ama hiç bilmiyorum. Ne diycem ben şimdi size? Okuyun mu ? Okumasanız da olur mu? Neyse ben kitaptan bende kalanları yazayım da siz karar verin okuyup okumayacağınıza... 

                     Kafamda Bir Tuhaflık tuhaf bir hikaye. Bir aşk hikayesi aslında ama bi taraftan da taşradan büyük kente ekmek parası için gelen insanların hüzünlü hikayesi. Mevlüt'ün babası ile birlikte geldiği İstanbul, bi çok insana yaptığı gibi onun da hayatına hiç beklenmedik yollar açacak kimimize göre bir İstanbul'a sığışma , kimimize göre de tuhaf bir aşk hikayesine tanıklık etme şansı verecek bize. 







                Bu hikayenin en tuhaf tarafı Mevlüt'ün bir düğünde gördüğü adını Rayiha sandığı kıza sevdalanıp , aşk mektupları yazması ve onu kaçmaya ikna ettiği gece aslında kaçırdığı kızın düğünde gördüğü kız değil de onun ablası olduğunu anlaması. Evet tam olarak kandırılışının hikayesi gibi görünüyo ilk bakışta ama Mevlüt karşısına çıkan bu kızı çok sever hatta  İstanbul'da en çok onu severse durum değişir.  



        

                          İstanbul'un parsel parsel ele geçirildiği gecekondu kültürünün yerleşip zamanla geliştiği semtlerinde yaşanıyor hikayemiz. 40 yıllık bi zaman diliminde Istanbul'a dışardan gelip çeşitli yollarla zengin olanlar , mal mülk kişisel çıkarlar uğruna en yakın akrabasını satanlar , İstanbul'un hem çehresinin hem de sosyo-kültürel yapısının gün gün değişmesi , "seni yenicem İstanbul " ya da belki " sana yenilmiycem İstanbul" diyen Mevlüt'ün yoğurtçuluk , pilavcılık, dondurmacılık , otopark bekçiliği , elektrik tahsilatçılığı ama en çok ta boza satarak kendi kaderini yaşamasının hikayesiydi okuduğum.








                  Mevlüt , kitabımızın ana karakteri olmasına rağmen kimselere hayır diyemeyen , sessiz sakin, hep kabullenici tavrı ile bende kitap boyunca en az konuşan kişi olduğu izlenimi yarattı. Mevlüt konuşmuyor sadece yaşıyor...Arada  bozaaaaaa diye bağırıyor , hayata haykırır gibi , hepsi bu.Yaşantısındaki herşey onun kontrolü dışında gelişiyo ,hayat akıyor Mevlüt bakıyor sanki :)





              Başladığımda kitaba , bunca zamandır kulağıma  çalınan " Orhan Pamuk zor yazar. " söylentisinin hiç de doğru olmadığını düşündüm. Su gibi akan , herkesin anlayacağı yalın bir dille yazılmış,sıradan mahalle yaşantılarının anlatıldığını düşündüm. Çok keyifli başladı. Merakla okumaya başladım Mevlüt'ün hikayesini. Ama sonra yine o yalın ve keyifli anlatım devam ettiği halde ben koptum kitaptan. Merak ettiğim şeyler mi bitti , ki sanırım öyle , acayip uzadı anlatılanlar benim için. Verilen mesajları aldım , İstanbul'un nasıl canına okunmuş , o koca koca gökdelenler nasıl da mantar gibi dikiliyor böyle kolaylıkla ona tanık oldum ama ne bileyim işte sıkıldım ben. Çok uzamış geldi bana.


         


                     Netice itibariyle oldukça yoğun geçen bir yaz tatilinin çoğu boyunca elimde sürüklenen bu kitapla ilgili son kararı siz vereceksiniz.Okuyun ve görün.Okuması kolay ,akıcı ve keyifli deyip gerisini size bırakıyorum...



     kaynak

    Orhan Pamuk hakkında daha fazla bilgi için bi göz atın